Türkiye’nin Güneyinde Tehlike Çemberi Büyürken
Geçtiğimiz yılın sonlarında Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif grupların, Suriye'nin kuzeybatısında ani bir saldırı başlatarak Hama ve Halep gibi stratejik şehirleri ele geçirmesi ve beklenmedik bir hızda başkent Şam’ı kontrol altına alması, Baas rejiminin çökmesine ve rejimin lideri Beşar Esad’ın da Rusya’ya kaçmasıyla sonuçlanmıştı. Esad rejiminin tamamen çökmesine yol açan Aralık 2024 gelişmelerine dek uzun bir süre İdlib’in kontrolünü elinde tutan HTŞ’nin lideri Ebu Muhammed Colani, yeni dönemde kod adı kullanmayı bırakarak Ahmed Hüseyin eş-Şara olan asıl ismiyle Suriye’de yeni dönemin liderliğini üstlendi. Şara’nın, ABD’nin Irak’ı işgali döneminde terör örgütü el-Kaide’yle başlayan yolculuğu Suriye’de el-Nusra’nın kurulması ve sonrasında küresel cihatçı anlayışı terk ettiğini açıklayarak el-Kaide’ye olan biadını geri çektiğini açıklamasıyla devam etti. Bugün gelinen noktada Şara, geçiş döneminin cumhurbaşkanı olarak çok kritik bir konumda bulunuyor.
Ülkeyi yıllarca demir yumrukla yöneten ve iç savaşa giden yolun birincil sorumlusu olan Baas Partisi’yle birlikte iç savaşın şu veya bu şekilde aktörü olmuş tüm silahlı grupların feshedilmesi ve ulusal bir ordunun oluşturulması çabalarının sancıları Türkiye’de yakından hissediliyor. Esad rejiminin çöküşünden itibaren ülkenin liderliğini ele alan Şara, meşruiyet kazanabilmek ve Suriye için bıçak sırtı olan bu dönemi atlatabilmek adına Türkiye ve Suudi Arabistan başta olmak üzere yaptığı ziyaretlerle bölgesel ilişkileri güçlendirebilmek için önemli çaba sergiliyor. Terör örgütleri IŞİD ve el-Kaide’nin küresel cihatçı ideolojisinin bölgede yarattığı tahribatı ilk elden deneyimleyen Şara’nın bu tutumu pragmatik olduğu kadar bir nebze de olsa milli kimliğin önemini de anlamış olmasında yatıyor.
Şara’nın Suriye’yi ne derece bir bütün halinde tutabileceğinin anlaşılması ise belli ki çok uzun sürmeyecek. Zira geçtiğimiz iki hafta içerisinde hem Lübnan sınırında yaşanan çatışmalar hem de İsrail'in hava saldırıları nedeniyle zorlu bir süreç geçirdi. 16 Mart 2025 tarihinde, Suriye güvenlik kuvvetleri ile Lübnan’da yerleşik Hizbullah arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Suriye Savunma Bakanlığı, Lübnan sınırından üç Suriye askerinin Hizbullah tarafından kaçırıldığı ve öldürüldüğünü açıkladı. Hizbullah ise iddiaları reddederken, çatışmalarda herhangi bir şekilde dahlinin bulunmadığını ve Suriyeli askerlerin yerel bir aşiret tarafından öldürüldüğünü öne sürdü.
Suriye güvenlik kuvvetlerinin sınır hattının Lübnan tarafında belli kasabaları bombalamasıyla birlikte gerilim daha da arttı. Lübnan Ordusu ise duruma müdahil olarak Suriyeli askerlerin naaşlarını teslim etti ve Suriye güvenlik kuvvetleri ile eş zamanlı bölgeye takviye birlikler sevk etti. Her ne kadar 17 Mart tarihinde Suriye ve Lübnan arasında ateşkes anlaşması sağlanmış olsa da Suriye’nin güneyindeki Dera bölgesine İsrail Hava Kuvvetleri’nin saldırısı bölgede durumun ne kadar karışık olduğunu yeniden hatırlattı. İsrail’in saldırısında şu ana dek Suriyeli üç sivilin hayatını kaybettiği, 19 sivilin ise yaralandığı bildirildi.
Hizbullah’ın Baas Kalıntılarına Desteği
Takvimi bir hafta daha geri aldığımızda ise Lazkiye, Tartus ve Ceble merkezli olmak üzere patlak veren ve yüzlerce Suriyeli’nin ölümüne sebep olan olayları görüyoruz. Suriye’nin Akdeniz sahil şeridindeki bu hat ağırlıkla Nusayri nüfusa ev sahipliği yapıyor. Esad rejiminin hızlı çöküşünün ardından geçtiğimiz haftaya kadar söz konusu Akdeniz sahil şeridindeki yerleşimlerde münferit olaylar hariç Nusayrileri hedef alan şiddet eylemi yaşanmamıştı. Öte yandan 13 yıllık iç savaşın ve iç savaşın da öncesinde rejimin Suriye üzerinde oluşturduğu ideolojik ve mezhepçi kırılma hatlarının birden ortadan kalkması da beklenmiyordu.
Burada bir parantez açıp Baas rejiminin devrilmesi, Hamas ve Hizbullah’ın İsrail karşısındaki muazzam kayıpları sonrasında “Direniş Cephesi” olarak adlandırdığı yapının çöktüğünü gören İran’a değinmek gerekiyor. Yemen ve bir nebze Irak hariç bölgedeki bütün yatırımı boşa çıkan molla rejimi, Suriye’de Baas rejiminin devrilmesinin ardından Hizbullah üzerinden Suriye’deki rejim kalıntılarına silah ve mühimmat aktarmaya çalışıyor. Baas rejimini ayakta tutmaktaki başarısızlığının ne kadar pahalıya mal olduğunu gören İran, Suriye’de iç huzursuzluğun devamı adına adeta son kozlarını oynuyor.
Açık kaynaklara yansıyan bilgilere göre Nusayrileri hedef alan olaylar, çöken Baas rejimi mensuplarının Suriye güvenlik güçlerine gerçekleştirdiği bir dizi terör eylemi sonrasında tetiklendi. Bu terör saldırılarında 120’den fazla güvenlik gücünün hayatını kaydettiği bildirilirken sonrasında yaşanan ve büyük oranda Nusayri sivillerin hedef alındığı anlaşılan saldırılarda ise neredeyse bine yakın kişi hayatını kaybetti.
1970 yılında Hafız Esad’ın Baas rejiminin başına geçip Suriye’de yönetimi ele almasıyla birlikte rejimin ana omurgasını kendisinin de mensubu olduğu Nusayrilere dayandırdı. Baasçılık her ne kadar ideolojik yönden Arap sosyalizmini temel alsa da Suriye ve Irak özelinde mezhepçi rejimlerin inşasına sebep oldu. Irak’ta Saddam döneminde Sünniler, Suriye’de ise Esadlar döneminde ise Nusayriler rejimi ayakta tutan temel kolonlar durumundaydı.
Öte yandan her iki rejimde de ne Nusayri ne de Sünni kimliği, tek başlarına ayrıcalık sahibi olmak adına yeterli değildi. Rejime yakınlıkları ve hizmetleri oranında değer görmekteydiler. Esad rejiminin paramiliter gücü niteliğindeki Şebbihalar bu açıdan önemli bir örnek oluşturuyor. Şebbihalar büyük ölçüde Nusayrilerden oluşsa da doğrudan Esad ailesiyle akrabalığı ya da üst düzey müttefikliği bulunmayan, daha dış çeperden Nusayrilerden oluşmaktaydı. Esad’ın geniş ailesinin mensupları ve yakın müttefikleri doğrudan devlet ve ordunun kritik konumlarında yer tutabilirken, rejimin kendi kast sisteminde Şebbihalar çok daha alt düzey ve kirli işlerde kullanılabilecek bir grup olma hüviyeti taşıyordu. İç savaş boyunca sivillere ve muhaliflere yönelik katliam ve işkence olaylarında başı çekmelerinin yanı sıra rejimin finansmanı için “captagon” olarak bilinen uyuşturucu hap üretimi ve ticaretinin de sorumluluğu bizzat bu gruplardaydı.
Terör Örgütü PKK/YPG ve ABD Destekli Sözde Mutabakat
AKP-MHP ortaklığının başlattığı “ikinci çözüm süreci” hız kesmeden devam ederken Suriye’de terör örgütü PKK/YPG varlığının ne olacağı hakkında ABD dışında kimsenin bir fikri yok. Öyle ki geçtiğimiz hafta Şara ve terör örgütü PKK/YPG elebaşı Şahin Cilo kod adlı Mazlum Abdi arasında imzalanan sözde mutabakatın çerçevesi halen tam olarak netlik kazanmamış durumda bulunuyor. AKP hükümetinin Şara ve Abdi arasında bu görüşmenin yapılacağından haberinin olmadığı, Abdi’nin başkent Şam’daki görüşmeye CH-47F Chinook askeri yük helikopteriyle bizzat ABD Ordusu tarafından götürüldüğü yönündeki bilgiler de açık kaynaklara yansıdı. Belli ki Şara ve Abdi arasındaki bu görüşme ve sözde mutabakat ABD’nin devreye girmesiyle gerçekleşti.
Orta Doğu’ya özgü mezhepçi, aşiretçi ya da kabileci iktidar ilişkileri ile birlikte bölgede sağlıklı ulus devletler kurulamaması bitmek tükenmek bilmeyen huzursuzluğun asıl kaynağını teşkil ediyor. Lübnan ve Irak’ın ardından Suriye’nin de içine düştüğü durumun temelinde merkezi otorite ve millet olma halinin eksikliği bulunuyor. Bu tür ülkelerde tüm güç ilişkileri aşiret, kabile veya mezhep bağlarıyla şekillenmesi nepotizm, yolsuzluk ve adaletsizliği yaygın hale getirirken silahlı çatışmaların yarattığı huzursuzluk ortamı da bu kısır döngünün devamına yol açıyor.
AKP hükümetinin iç kamuoyuna yönelik olarak geliştirdiği, Şara’nın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Suriye’de kısa sürede istikrar sağlanacağı yönündeki söylemin de propaganda mahiyetinden öteye gitmeyeceği aşikar durumda bulunuyor. Türkiye’den Suriye’ye dönen sığınmacı sayısında halen belirgin bir artış olmaması da bu durumun özeti gibi. Yine Suriye’de terör örgütü YPG/PKK’nın ne derece Suriye Ordusu’na entegre olacağı, örgütün elindeki ABD kaynaklı muazzam silah stokuna ne olacağı gibi sorular da uzun bir süre daha cevapsız kalacak gibi görünüyor. Tüm bu hassas ortam içerisinde AKP hükümetinin tamamen iç siyasete dönük çabalarla yeni bir çözüm sürecine girişmesi, Türkiye’nin üniter yapısına zarar verecek anayasa tartışmalarına alan açması, Türk milli kimliğinin hassasiyetlerini zedeleyecek manevralara girişmesi ise yakın dönemde Suriye ve Irak olmak üzere Orta Doğu’da yaşanan facialardan ders alınmadığını açıkça gösteriyor.