“This city was once the jewel of our kingdom.
A place of light, and beauty, and music.
And so it shall be once more!”
(Lord of the Rings: The Two Towers)
“To suffer woes which Hope thinks infinite;
To forgive wrongs darker than death or night;
To defy Power, which seems omnipotent;
To love, and bear; to hope till Hope creates
From it's own wreck the thing it contemplates;
Neither to change, not falter, nor repent;
This, like thy glory, Titan, is to be
Good, great and joyous,beautiful and free;
This is alone Life, Joy, Empire, and Victory”
(Percy Bysshe Shelley, Prometheus Unbound)
Kültür dil, düşünce, duygu, sanat ve yaşayış ögelerinin toplamıdır. Sanat güzellik algısını, güzeli sevmeyi; yaşayışın devamlılığı hayata tutunma isteğini, yaşama ve yaşatma arzusunu gerektirir. Yaşamaya duyulan istek, yaşamak için gereken temel ihtiyaçların ve lüks ihtiyacının ne kadarının karşılandığı ile ölçülürken; sanat ürünleri güzellik algısına hizmet edip etmemesiyle ölçülür. Çağlar geçse de ihtiyaçlar ve güzellik algısı geçmişle olan bağıntısını korur fakat genişler, değişir, yeni formlara bürünür; bir kültürün yeniden üretilmesi ve hâkim kılınması bu özü aynı kalan fakat formu değişen esasları karşılaması ile mümkün olur. Diğer bir deyişle bu esaslara dayanmayan bir kültür inşası başarısızlığa, iktidarsızlığa mahkumdur.
Ezel Akay’ın 2006 tarihli “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” filmi Anadolu Türkü’nün bu ayrışmasını bir arka tema olarak işler. Filmin sevenleri bilir: Bir yanda dinamik, hür, eğlencesine düşkün, kadınları sosyal hayatta etkin, kadın ve erkeğin iç içe çekincesiz bir şekilde yaşayabildiği, farklı dini ve etnik topluluklarla yan yana yaşamaktan gocunulmayan bir Türk kültürü tasviri çizilirken; bir “Şark Kurnazı” temsili olan Kadı Pervane’nin Bursa’ya gelmesi ile başlayan olaylar silsilesinde dinamizm yerini yozlaşmaya, kadınların hür ve etkin özneliği yerini dine dayandırılan kısıtlamalarla edilgenliğe bırakır. Akay’ın kurduğu ilk bakışta anakronik gibi duran bu mizansenin gerçeklik payı yok değildir. Gerçekten de Anadolu Türkleri’nin çoğunluk sayılabilecek kısmı Anadolu’yu vatan edindikten bin yıl içinde her nasılsa Yakup Kadri’nin Yaban romanında tasvir edilen kimliksiz, dar görüşlü köylülere; bugünse siyasi iktidarın fetiş nesnesi ve hâkim kılmaya çalıştığı kültür prototipinin çimentosu haline gelir. Atatürk’ün tabiriyle “Türk’ün medeni vasfı” unutulur. Fakat bu ‘dinamik, hür Türklüğün’ hayaleti yine de Anadolu’nun birtakım yörelerinde zaman zaman gezinir. Özetle yekpare, bütüncül, Anadolu’nun tamamına hâkim bir Türk kültürü yok; bugün Anadolu’da Türkler açısından birbirinden esas itibariyle farklı, birisinin hayaleti gezerken diğerinin Frankensteinvari (yani farklı ceset parçalarının bir araya getirilmesine benzer) biçimde dirilmesine, muktedir olmasına çalışılan iki ayrı kültür var.
Erken Cumhuriyet döneminde; modern ulusun ve yeni Türk tipinin inşasında hayaleti dolaşan hür, dinamik Türk kültürü esas alınır. Türk halk müziğinin esintileri modern/Batılı tekniklerle yeniden icra edilir. (Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçe’si, Cemal Reşit Rey’in Yörük Zeybek ve Ağır Zeybek parçaları “yeni-Türk’ün” hareketliliğinin, diriliğinin, heyecanının en güzel temsillerindendir. Ahmet Adnan Saygun’un Bozlak’ı, Pir Sultan Abdal’ın başkaldırı ve isyan temalı şiirinin aşk temasıyla yeniden üretimidir. Türk Beşlisi’nin pek çok eserini daha bu bağlamda örnek vermek mümkündür.) Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “At Üstünde Aşıklar” tablosu dolgun beyaz bir at üzerinde birbirine sarılan bedenen diri kadın ve erkeği canlı renklerle tasvir ederek yeni-Türk’ün de portresini çizmiş olur. Atatürk için zeybek, kadın ve erkeğin bir arada ahenk içinde oynayabileceği, vals gibi, Türk’ün salon dansıdır. Yakup Kadri Ankara romanının üçüncü kısmında zihnen ruhen ve bedenen diri, arzu ve ihtiras dolu zinde bir ‘gelecek Türkiye’si anlatılır.
Mevcut siyasi iktidar ve destekçileri, uzun yıllardır Erken Cumhuriyet’in hür ve dinamik Türk kültüründen beslenerek inşa ettiği, hâkim kıldığı ‘yeni kültürü’ yıkıp yerine dinsel kaynakları ağır basan, kısıtlı ve dar anlayışa sahip, (sosyal medyada artık bir hiciv hitabına dönüşen) Anadolu İrfanı olarak isimlendirdiği steril, içe kapanık, kısıtlı ve dar kültürü esas alan kültürel iktidarını inşa etmek ve muktedir kılmak adına memleketin her karışında konferanslar, paneller, sempozyumlar düzenledi, filmler ve diziler çekti, sırf bu misyona özgülenmiş üniversiteler açtı. Gelinen noktada ise halen ‘kültürel iktidarın elde edilemediğinden’ bahsediliyor. Peki siyasi iktidarın, doğrudan ve ya dolaylı olarak inşa edip hâkim kılmaya çalıştığı ‘kültür prototipi’ genel olarak neleri kapsıyor?
-En ‘entelektüel’ katmanın kaynaklarını, mukaddesatçı-muhafazakâr siyasi hareketlere ilham veren ve artık hayatta olmayan aydınların sloganvari vecizeleri ve kitapları; Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş Veli gibi ‘metafiziksel’ ağırlığı olan figürlere yapılan atıflar (aslında felsefelerinden çok tekke kökenleri ve öte dünyayla kurulun ilişki bakımından önemli addedilirler), Türk-İslam tarih yazıcılığında ulvi bir şahsiyet kazandırılan padişah övgüleri gibi neşriyatlar ve vurgular oluşturur. Sözü edilen işbu entelektüel katmanda “Anadolu İrfanı’nı” ‘öte dünya’ ‘dervişane yaşayış’ ve ‘maddeciliğe karşı hasmane bir duruş’ vurguları oluşturur. Bu ideal esasların yanında adeta tüm dünyevi hisler, arzular, düşünceler önemini yitirmeliymiş gibi bir çerçeve çizilirken; “arif” olan millet fetih rüyalarının nesnesi haline getirilir. Bu anlayışa göre millet “Yüce” fakat ne olduğu belirsiz bir yolda cefakârlıkla, fedakarlıkla yürüme misyonu olan, temel ihtiyaçlarından feragat edecek kadar erdemli, dış etmenler tarafından ha bire mukaddesatına saldırılan, ezilen, büzülen fakat buna rağmen hâkim olması gerektiği düşünülen bir millettir. (Son zamanlarda kötü ekonomik gidişatın etkisiyle iktidarın sık sık akıllı telefona sahip olma ve ekonomik vaziyet arasında doğru orantı kurma, birtakım meselelerde doğrudan milletin bağışta bulunmasını isteme, milletin daha iyi beslenebilme hakkını propagandalarla göz ardı ederek tanzim pazarlarına mahkum etme gibi söylem ve edimler bu millet tasarısının sonuçlarıdır.) “Hınç” ve “mağduriyet” birer içgüdüsel etken olarak tasarlanan milletin zihnine kodlanır. Bu hınç duygusu ile tasarlanan millet ve o milletten farklı olan her şey bir şekilde düşmanlaştırılır. (Nietzche’nin bahsettiği köle ahlakı da esas olarak bu duygulara dayanır. Kölenin güçsüzlük hissi onu sürekli olarak geçmişin acılarına takıntılı hale getirir. Köle kendinden olmayana hayır der, farklı olanı öteki sayar. Belki de “Anadolu İrfanı’nın” kültürel iktidarsızlığının içgüdüsel sebebi budur. Sürekli bir geçmiş hesaplaşması ve acı/mağduriyet takıntısı onun somut bir inşada bulunmasını engeller. Başörtülü bir piyanistin Caz Festivali başarısının, ‘düşman/öteki’ zikredilenle ‘mukaddes’ addedilenin yanyana gelmesi sebebiyle nevrotik ve öfke dolu tepkilere konu olmasını başka nasıl açıklayabiliriz?)
-Orta katmanda siyasi iktidara mensup politikacıların, sanatçıların, destekçilerinin söylemleri ve edimleri yer alır. Bu katmanda “Anadolu İrfanının” artık idealler dünyasından koparak yere indirildiğini gözlemleriz. Saf ve homojen bir Anadolu varmışçasına “Anadolu İrfanının” benimsediği dinsel-geleneksel kaidelerin “tebliğ edildiğini” ve dayatıldığını görürüz. Bir politikacının “Kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” açıklamasından bir din adamının “Hamile kadının sokakta gezmesi uygun değildir” tebliğine; bir akademisyenin “üniversiteler fuhuş yuvasıdır” ifadesinden -iktidarın bir dönem propaganda müziklerini yapan- bir sanatçının (daha sonra özür dilediğini de belirtelim) “Erkek kadına sahip olur kadın erkeğe ait olur” ifadesine ve siyasi iktidarın alkollü içkilerin vergisini gün geçtikçe artırması/satışının sınırlandırılması gibi edimlere bir örüntü görmek mümkündür. Ekonomik vaziyet kötüye gittikçe çağın gereksinimleri lüksleştirilir ve milletin ‘dervişane’ ‘israftan kaçınan’ bir kültürü olduğu vurgulanır; ‘lüks talebi’ milletin bir tür şımarıklığı olarak yüze vurulur. Büyük bütçeli “tarih” dizilerinde tarihi figürlere mafyavari özellikler eklenir, tarihi olaylar -siyasi iktidarı meşrulaştıracak biçimde- güzellik algısından uzak bayat ve çiğ bir anlatımla tasvir edilir. Yasaklar, kınamalar, ahlaki bariyerlerle fertleri hapsetme teşebbüsleri Anadolu İrfanının orta katmanını oluşturur ve politik pratiğinde yer alır.
-Piramidin alt katmanında entelektüel katmanın neredeyse ‘evliyalaştırdığı’, ‘alim değilse bile arif’ ilan ettiği; orta katmandaki politikacıların temsilcilisi olduklarını iddia ettikleri halk/Anadolu İrfanı’nın taşıyıcısı halk kesimi bulunur. (Milletin güncel halini tanımlamak amacıyla halk sözcüğünü kullanmak daha doğru olur; zira millet geçmişi ve gelecek nesilleri kapsayan daha genel bir birimdir.) Halk katmanında ise “Anadolu İrfanı” karşımıza Yakup Kadri’nin Yaban romanını hatırlatırcasına tüm güncel gerçekliği ile karşımıza çıkar. Kadınları sosyal hayattan kopararak eve kapatmak isteyen, “ya benimsin ya kara toprağın” gibi benzer tehditlerle ve cinayetlerle bir “erkeklik-delikanlılık” terörüne kurban eden, dinsel-geleneksel kaidelere uymamakla itham ederek (o mini etekle o saatte orada ne işi vardı) taciz ve tecavüzü meşrulaştıran; gençleri sürekli bir kınama, kısıtlama, aşağılama üçgenine hapseden, sosyal medyada sayısız örnekle hiciv konusu olan bir halk/halk kesimi söz konusudur. Güzellik algısı yoktur, güzelliğe düşmandır. (İzmir’in filanca metro istasyonundaki müzisyen heykelinden, kurucu önderin heykellerine kadar saldırıda bulunur; Edremit’te Sarıkız heykelinin göğüslerinden rahatsız olup kaldırılmasını ister, İstanbul’da ‘Güzel İstanbul’ heykelinin müstehcenliğini ileri sürüp etrafına fidanlar dikerek ‘edep erkana’ uygun hale getirir.) Taşkınlığını, barbarlığını, güzellik düşmanlığını taşıyıcısı olduğunu iddia ettiği dar, kısıtlı kültüre, onun kaidelerine dayandırır. Temel içgüdülerini (şiddet, saldırganlık, açlık, cinsellik) en ilkel şekliyle tatmini peşinde koşarak; kendisine biçilen ‘arif’ ‘fatih’ ‘ezilen’ gömleklerini hem giyer hem yırtar. (Gözümüzün önüne kolay para kazanma hırsının vatan millet propagandası ile örtüldüğü, açılışlarının “Daha ne oyunda oynaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” şiiri ve mehterle yapıldığı ve ayrı bir şakaya ihtiyaç duyulmaksızın mizah konusu haline gelen Çiftlikbank vurgunu gelsin.)
Freud’un zihnin katmanlarını id-ego-süperego olarak bölmesine atıfla, bu kültür prototipinin piramidi de bir id-ego-süperego katmanlarına ayrılabilir. Süperego sürekli bir kuralcılıkla temel içgüdüleri barındıran id’i bastırmaya çalışırken; id o içgüdülerin tatmini için süperegoyla çatışma halindedir. Ego ise bu ikisi arasındaki gerilimlerin ortasında bir yerde dengede kalmaya çalışır. Bu benzerlikte piramidin en üstündeki entelektüel katman süperegoyu, alt katmandaki halk ise id’i temsil eder. Politikacıların, gazetecilerin, sanatçıların söylemi ise ego’yu, yani bu kültür prototipinin ‘benliğini’ oluşturur. Çiftlikbank’tan başörtülü piyaniste, heykele/sanata saldırganlıktan kadına şiddete pratikteki tüm keşmekeş bu kültür prototipinin kendi katmanlarında yaşadığı gerilim ve çatışmanın hastalıklı/nevrotik bir sonucudur.
Siyasi iktidarın doğrudan veya dolaylı olarak muktedir olmasını arzuladığı bu kültür prototipinin neden başarısız olacağını anlatmak ya da bu tür bir kültür prototipine sıkıştırılan ‘Türklüğün’ neden dünyada kabul görmeyeceği gibi, Türklüğün aklı başında mensupları tarafından da neden kabul edilmeyeceği hususu bu yazının sınırlarını aşacaktır elbette; bu yüzden asıl konumuza gelelim.
Alt, orta ya da üst katman fark etmeksizin destekçilerinin/taşıyıcılarının bu kültür prototipini bütün millette muktedir kılma çabasını meşrulaştıran en genel argüman/gerekçe şudur: “Bu kültür, yekpare ve bir bütün olarak Anadolu kültürüdür; geçmişte de ‘dış etkenler’ tarafından saldırıya, değişmeye, bozulmaya uğrayana kadar Anadolu’ya hâkim olan kültür budur. Şimdi biz bu prototiple aslımıza dönüyoruz.” Bu prototipi kabul etmeyen Türklerin kafasında bir soru işareti oluşabilir: “Türkler hep mi yaşamayı bilmeyen, güzellikten uzak, ilkel içgüdülere teslim olmuş bir milletti ve sürekli olarak feda-cefa-çile üçgeninde birtakım irrasyonel misyonların nesnesiydi? Tarihte ve şimdi böyleyse gelecekte de mi böyle olacak?” Yazıya konu olan Karacaoğlan, bu kültür prototipinin ‘icat edilmiş tarihine’ hiç de uymayan, bu prototipte kısa bahislerle anılan ya da hiç anılmayan bir Anadolu Türk ozanı olarak yukarıda bahsedilen “hür, dinamik Türklüğün” hayaletinin seslerinden birisi olmuştur.
*
“Çok varıp gelme, olmaz her yere
Ya muhabbet bozulur ya bir hal olur”
Bu yazının yazarının çocukluğu da hür ve dinamik Türklüğün hayaletinin gezindiği bir yörede, Kozan’da geçmiştir. 1930 doğumlu büyükannesi Nazife “bacıdan” Karacaoğlan ve Dadaloğlu koşmaları dinlemiş, 1926 doğumlu büyükbabası “Kartal” İsmail’in isyan ve heyecan dolu eşkıyalık hikâye ve destanlarını dinleme fırsatını bulamamış olsa da ondan aktarılanı zihnine yerleştirmiştir. Hür ve dinamik Türklüğün hayaletinin seslerini dinlemiş, kimliğini bu Türklük üzere kurmuştur.
Karacaoğlan’ın, doğum yeri şaibeli olsa da Çukurova orijinli olduğu kabul edilir. Eğlencesine düşkünlüğüyle bilinen Farsak Türkleri’ne mensuptur. Zaman zaman Farsça tamlamalar kullansa da, şiirine arı bir Türkçe hakimdir.
Karacaoğlan dünyevi gereksinimleri (et, kaymak, bal) inkâr etmez. Çağının lüksüne (doru atlar, hizmetkarlar) düşkündür. Maddi ihtiyaçlardan herhangi bir şey uğruna feragat etmeyi aklından geçirmez.
“Bir aşçım olsa da doldursa kazı
Türlü nimetlerle güldürse bizi
Öğlene eke akşama da kuzu
Sabaha kaymaklı bal ister gönül
Beş yüz atım olsa beş yüzü doru
Binse etbâlarım eylese harı
Beş yüzü de öveyk bini de kırı
Beş yüz yedeğime al ister gönül”
“Zor günlerden geçme” bahanesiyle tanzim pazarlarına talim ettirilen, işsizlik memleketi sararken sosyal yardıma muhtaç bırakılan milletin istemeye hakkı olduğu en temel şeyleri Karacaoğlan -sanki millet için- yüzyıllar ötesinden talep eder. Fakat bunları kimsenin lütuf ve ihsanıyla değil kendi emeğiyle kazanmak ister:
“Ömrüm uzun eyle Bâri Hüdâ
Hamd ü senâ şükür etmek isterim
Çalışıp kazanıp nefis taamlar
Dişlerim var iken yemek isterim
(..)
Al yeşil hırkalar türlü libaslar
Böylece münasip giymek isterim
Bir küheylan at ver istemem eşek
Üstü kaplan postu tek olsun öşek
Kuş tüyünden yastık yumuşak döşek
Keçeler içinde yatmak isterim
(..)
İçli köfte gerek yola gidene
Bumbar dolması benzer harane
Baklavayla börek şifa bedene
Yedikçe ellerim yumak isterim
(..)
Nerde kaldı şekerli kurabiye
Ne demeli furun eti kebaba
Bazılar da su mu katar şaraba
Neme lazım adın demek isterim
Kanaatkarlığa ve aza talim etmeyi sevmez Karacaoğlan, tüm canlılığıyla arzu eder, arzuları gerçekleşmediğinde ‘öyle olsun’ deyip bir kenara çekilmez; sorgular, dövünür:
“Gam kasavet kalkmaz oldu başımdan
Şad olup da gülmediğim nedendir
Gece gündüz yalvarırım Mevla’ya
Dileklerim kabul olmaz nedendir
Düzeni bozulduğunda, aradığını bulamadığında, çürümeyi ve yozlaşmayı gördüğünde ‘dişini sıkıp sabretmez’, tahammülü yoktur. Günümüz Türk gençliği’nin kaldığı ikileme o da düşer:
“Şu yalan dünyaya geldim geleli
Deli gönlümün düzeni bozuldu
Felek tabancasın belden çekince
Avlağım sulağım evim bozuldu
(..)
Çınar çürük imiş kökten bozuldu
(..)
Mermer sandım kerpiç imiş yapısı
Yağmur yağdı yapıları bozuldu
Karac’oğlan der ki n’eylesek gerek
Bağları bağlara katsak mı gerek
Herkes göçtü biz de göçsek mi gerek
Der iken asrığım Şam’a çözüldü”
Karacaoğlan “kadının en önemli görevi analıktır” gibi bir söylemle onu kısıtlı bir alana hapsetmez, eve kapatmaz, ‘namus’ bahanesiyle ahlaki bariyerler örmez. Kadın
“Uzun boylu olsun cansız olmasın
Beyaz tenli olsun kansız olmasın
Güleç yüzlü olsun densiz olmasın
Böyle bir yosma ver gönlüm eğleneyim”
(yosmanın ilk anlamı şen şakrak, neşeli, baştan çıkarıcı demektir.)
Günümüzde kadınların giyim kuşamına ahlak adı altında karışan, hürriyetlerini kısıtlayan “Anadolu İrfanı” kültür prototipine karşın Karacaoğlan’ın kadın hürriyetini tanıması hür ve dinamik Türklüğün alametlerindendir:
“Sevdiğim üstüne dört libas giymiş
Bir kara bir yeşil bir al bir beyaz
Güzellere dört şey adet olunmuş
Bir şive bir cilve bir eda bir naz”
“Kırmızı önlüklü sarı çizmeli
Hatun kızlar nerden gider yolunuz”
“Ala gözlü Türkmen kızı
Çeker gider göçlerini
Taramış gerdana dökmüş
Tel ebrüşem saçlarını”
Kadının süslenip püslenmesini taciz-tecavüz meşrulaştırıcı bir etken olarak gören kültür prototipine karşın Karacaoğlan süs ve şatafata saf ve “şairane” bakar:
“Parmağında hatem yüzük
Kolunda altun bilezik
Boynun eğmiş kıza yazık
Telleri ceren o kızın”
“Kalk sevdiğim giyin kuşan
Dediler sevdana düşen
Söylesene niye küsen
İpekten de arta saçın”
“Tülü maya yürüyüşlüm
İspir balaban bakışlım
Yayla çiçeği kokuşlum
Nergiz topla benim için”
Kendi çağının romantiğidir. Kadınlarla ilişkisi nezaket ve iltifatla örülüdür. Kurlaşması dengelidir, ölçülüdür, aşk oyununun ritmine uygundur. Kadının/sevgilinin rızasını arar, herhangi bir sebebin zorunluluğuyla değil hür iradesiyle aşkını kabul etmesini ister. Aşkı neredeyse dinleştirir:
“Alemde güzeller padişah olsa
Ona hizmet eden kul incinir mi”
“Yağmur yağdı yollarına sapayım
Hak dinidir aşk dinine tapayım”
“Benim yârim hem güzeldir hem handır
Malım yoksa tatlı canım kurbandır”
“Gökyüzünde meleklerin pirisin
Yeryüzünde arıların balısın
Yeni açmış bir bahçenin gülüsün
Kömür gözlüm kıymetini bilene
Selam versem selamımı alman mı
Ben seninim sen de benim olman mı
Al yanaktan bir bergüzar vermen mi
Seni deyi özleyip de gelene”
Güzele, güzelliğe, aşka düşkündür:
“Bir yiğit de bir güzeli severse
Emrettiği yere hemen gelmeli
Ardına düşmeyle güzel sevilmez
Güzelleri koşup koşup bulmalı”
“Sabahtan uğradım ben bir geline
Ağlatmadı güzel güldürdü beni
Ben güzelden böyle vefa ummazdım
Ak göğsün üstüne kondurdu beni”
Naz çeker, çekmediği zaman olsa olsa sitem eder. “Aşk cinayeti” diye meşrulaştırılan kadın cinayetlerinin olduğu bir zamana göre ruhunun inceliğini görmemek elde değildir:
“Sevdim ama saramadım doyunca
Onun için gönlüm yâre küskündür”
“Yavrum senin türlü türlü nazına
Can sabr eder amma, yürek döyer mi” (döymek:tahammül etmek)
“Ala gözlerini sevdiğim dilber
Niçin benden böyle şüphelenirsin
Bizlere gelince naz üstüne naz
İllere gelince cilvelenirsin”
Bir “dilberle” kurlaşmasında dilber ona şöyle nazlanır:
“Şunda bir dilbere halım arz ettim
(..)
Ulu sular gibi durulup akma
Her gördüğün güzele meyl’le bakma
Gerçek aşık isen var elim çekme
Ben seninim yârim bil dedi bana
(..)
Şimden gerü sana faydam dokunmaz
Ölürsen yoluma dedi bana"
Reddedildiğinde günümüzün kendine güvensiz Türk erkeği gibi ‘kaldıramazlık’ yapıp şiddete ve saldırganlığa başvurmaz. Ağlanır, dövünür, derdinden gurbete çıkar:
“Ala gözlü yârim yakıp yandırma
Şay edip aleme bildirme beni
Açıp ak gerdanın durma karşımda
Ecelimden evvel öldürme beni
(..)
Dolandım dağları bu yere düştüm
Yar senin derdinden od’lara düştüm
Çaresi bulunmaz dertlere düştüm
Yeter alev alev yandırma beni” (şay-ia : dedikodu)
Kadının tercihine saygı duyduğu gibi duygularını anlar. Kıskançlığın onu esir almasına izin vermez. Yeri geldiğinde ‘ceketini alıp çıkar’.
“Kaş altından melil melil bakarsın
Azıcık da gönlün var gibi gibi
(..)
Her gelip geçeni aşık sanırsın
Âşık olsan ateşime yanarsın
Her ne dersem yüzün öte dönersin
Bir başka sevdiğin var gibi gibi”
Aşk ateşinden gönlü yanmasına rağmen güzeli, aşkı arayışı bitmez; bir güzeli görünce ötekini unutur.
“Huri melek misin gökten mi indin
Ben melek görmedim senden ziyade
Eski sevdiğimden vazgeçtim ise
Yenile sevdiğim andan ziyade”
Görmüş geçirmiştir, dar kalıplara girmemiş hayatı tecrübe etmiştir. Deneyimlerinden hareketle Nietzche’nin efendi ahlakını andırırcasına nasihatlerde bulunur; iyilik, soyluluk onun erdem anlayışının özüdür:
“Dinle sana bir nasihat edeyim
Hatırdan gönülden geçici olma
Yiğidin başına bir iş gelince
Anı yad illere açıcı olma
Mecliste arif ol kelamı dinle
El iki söylerse sen birin söyle
Elinden geldikçe sen iy’lik eyle
Hatıra dokunup yıkıcı olma
Dokunur hatıra kendisin bilmez
Asilzadelerden hiç kemlik gelmez
Sen iy’lik et de o zayi olmaz
Darılıp ta başa kakıcı olma”
Karacaoğlan’dan bu minvalde yüzlerce koşma, semai ve varsağı aktarmak mümkündür. O Türklüğün hür ve hayata sıkı sıkıya tutunan yüzünü temsil eder. İçgüdüleriyle(id) ahlak anlayışı(süperego) arasında denge ve bütünlük kurmuştur; güzelliğin düşmanı değil arayıcısı ve taşıyıcısıdır. Kutsal kitaplara ve modern hukuk sistemlerinin özünü oluşturan ‘kimseye zarar vermemek’ ilkesi yaşayışına ve şiirine hakimdir. Bu sebeplerden Karacaoğlan, muktedir olma davası güden, dar, steril, kapalı, milleti ya bir feda-cefa nesnesi haline getirerek insani özelliklerinden soyutlayan ya güzelliğe düşman bir avam-köle ahlakına hapseden dinsel-geleneksel kültür prototipine aykırı bir tarihsel figürdür. Hür, dinamik, dünyaya açık, milletin dünyevi refah ve gereksinimlerinin; insani güdülerinin tatmininin hayati olduğunu savunan Türk milliyetçileri içinse kültürel ve tarihsel bir dayanaktır.
Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kitabında Renan ve Gellner’den millet ve milliyetçiliğe dair alıntılar yapılır. Anderson’un aktardığı kadarıyla Renan’a göre “...ulusun özü tüm bireylerin ortak pek çok şeye sahip olmaları ve aynı zamanda pek çok şeyi unutmuş olmalarıdır.” Gellner’den aktardığı milliyetçilik tanımı ise şöyledir: “Milliyetçilik ulusların kendi öz-bilinçlerine uyanma süreçleri değildir; ulusların varolmadığı yerde onları icat eder.” Buradan hareketle millet, “inşa edilen, tasarlanan, icat edilen” bir tasımdır. Millet inşa edilirken onun bütüncül ve yekpare bir kültüre sahip olması amaçlanır. Bu bütüncül ve yekpare kültür yazının başında bahsedildiği gibi dünyevi gereksinimleri karşılama, güzellik algısına uygun olma, duygu-düşünce-içgüdü bakımından dengeyi sağlamış olma gibi parametreler üzerinden şekillendirilmelidir ki hakim ve muktedir olsun. Nihayet milli kültürleri reddeden postmodern kaos sona erdiğinde, milleti ahlaki ve maddi esarete hapsetmeye çalışan fakat muktedir olamayacak “Anadolu İrfanı” nam kültür prototipi iflasını ilan ettiğinde; milliyetçiliği inşai bir politik faaliyet olarak kabul etmiş Türk milliyetçilerinin omuzlarına bir vazife yüklenecek: Milletin ve milli kültürün yeniden inşası vazifesi. Türk milliyetçileri tarihlerindeki bu yazıya konu olan Karacaoğlan gibi figürleri hatırlayarak, yeniden işleyerek hür ve dinamik Türklüğün kaynaklarından beslenecekler, Erken Cumhuriyet döneminin ‘yeni-Türk’ünden ilham alarak milleti yeniden inşa edecek, onu hak ettiği uygar seviyeye çıkaracaklardır.
M. Emre BİLGİ
Kaynakça:
- Mustafa Necati Karaer, Karacaoğlan, Dergah Yayınevi
- Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi
- Yaşar Kemal, Üç Anadolu Efsanesi, YKY
- Derda KÜÇÜKALP, Efendi-Köle Ahlakı vs. Efendi Köle Diyalektiği, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi
- Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yayınevi
- Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınevi
- Sigmund Freud, Ego ve Id, Oda Yayınları
Tüm Tamgatürk'teki en mühim yazı olabilir.