Aşağıdaki satırlar, Joseph Epstein’in Commentary’de 1988 yılında yayımlanmış bir makalesidir. TamgaTürk’ün sanat ve şiir tartışmaları temalı dizisi kapsamında, Gökçen Yılmazlı tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Şiiri Kim Öldürdü?
Aleladeliğin tahammül edilemeyeceği belli şeyler vardır: Şiir, müzik, resim, belagat.
-LA BRUYERE
Şiir hakkında Marianne Moore’un zamanında söylediği gibi ‘’ben de şiiri beğenmiyorum’’ demeyeceğim. Bunu yapmamamın sebebi şiir okumanın yalnızca beni yönlendirmesi ve bir zevk duyusu aşılaması ile ilişkili değil, bunun da ötesinde şiiri yüceltmemin bana öğretilmesi ve daha doğru bir tabirle şiirin kendisinin yüce bir şey olduğunu kavramamla ilişkilidir. Hiçbir edebi tür ilahi olana şiir kadar yakın değildir, bir yazar bir şiirde yücelebildiği ölçüde hiçbir zanaat dalında yücelemez. Bir roman yazarı yahut bir oyun yazarı en şiddetli ilham ateşinin etkisiyle yazdığında, tıpkı Tanrı’nın dokunuşu tabirinde olduğu gibi eserine ‘’şiir tarafından dokunulduğu’’ söylenir. Robert Frost "Doğru bir okur, iyi bir şiirin kendisine asla üstesinden gelemeyeceği ebedi bir yara bıraktığı anı söyleyebilir" der. Şiiri tasvir etmek için kullanılan bu yarı-dinsel üslup esasında alışıldık olmakla birlikte çok kısa zaman öncesine kadar da oldukça yaygındı. Robert Graves, şiirin işlevinin Muse’un [ilham perisi – Ç.N.] dini üslubunu yansıttığını, kullanımının ise şiirin mevcudiyetinin neden olduğu vecd ve korkunun karma bir deneyimi olduğunu yazmıştır.
Bir dua kitabının veya dini eserin görünüşüne ve ağırlığına sahip küçük, sağlam bir cilt olan Oscar Williams’ın "A Little Treasury of Modern Poetry"sinin düzenlenmiş baskısında hem bu referanslar hem de aynı yaklaşıma sahip diğer yorumlar bulunabilir. Abartılmış retoriği ya da içi boş coşkusuyla öne çıkan biri olmayan Delmore Schwartz bile şairden "bir tür rahip" olarak bahsetmiştir. Edebiyatı ve genel olarak kültürü giderek daha fazla dinin ikamesi olarak görenler için, özellikle modern şiir olmak üzere şiir Hristiyanlık dininin kendisidir. Oscar Williams’ın antolojisinin basımı için telif hakkını 1950 senesinde aldım ve 1950’ler şiirin bu dini ruha sahip olduğu en son dönemdi. Bu dönemde kültün yüksek rahiplerinin çoğu - T. S. Eliot ve Wallace Stevens, Robert Frost ve William Carlos Williams, E. E. Cummings ve W. H. Auden - çalışmalarının en iyilerini geride bırakmış olsalar bile hala yaşıyorlar ve bir yandan yazmaya devam ediyorlardı. Browning ve Tennyson çağından beri büyük ölçüde azalmış olan şiirin hedef kitlesi o zamanlar çok daha azdı.
Bu kısmen şiirin zorluğunun artmasından kaynaklanıyordu, 1921’de Eliot bununla ilgili; “Medeniyetimizin şairleri, görünüşe göre, mevcut durumda, epey zor anlaşılır haldeler”. Eliot, bu zorluğun gerekçesini, hiçbir zaman tam olarak ikna edici görünmemiş olsa da, şiirin tarif ettiği uygarlık kadar karmaşık olması ile birlikte modern şairin "daha kapsamlı, daha imalı, daha dolaylı" olması olarak görmektedir. Bütün bunlar, modern şairi de daha ayrıcalıklı hale getirmeye hizmet etmiş ve bu, modern şiire (özenle seçilmiş bir kelime) hayran olan bizler için de oldukça faydalı olmuştur. Modern şiir, modernizmin ilerlemesiyle birlikte, mutlu azınlık için bir sanat haline gelmiştir ve söylemek gerekir ki; mutlu azınlık daha az olduklarında nadiren daha mutludurlar. Ancak böylesi yüksek perdeden bakan düşünceler bir yana, W. B Yeats (1865-1939) ve W. H Auden (1907-1973) arasında kalan şair kuşağı, Frost'un deyimiyle, gerçekten "ebedi bir yara" yaratan ve bir kez okunduğunda asla unutulmayan türden etkileyici bir şiir yoğunluğu üretmiştir. Robert Frost ve Yeats de dâhil olmak üzere bu şairler görkemli düzeyde bir zorluğa sahip değildiler. Tüm şiirler içerisinde en zoru olarak değerlendirilen Ezra Pound’ın Kanoları yıllar içinde büyük modern şiirin kurallarının dışına çıkmıştır ve bunun yerine, söz konusu kanoların hem ülkesine hem de kendine ihanet ettikten sonra aklını yitiren, muazzam kültür emprezaryosu modern şair Diyagilev'in enteresan yarım cümleleri olduğu düşünülmektedir.
Bu şairler, nadir zamanlar haricinde ders vermediler. Mesleki olarak, doktordan (William Carlos Williams) editöre (Marianne Moore), editörden sigorta yöneticisine (Wallace Stevens); kişisel tarzda, geleneksel olarak resmi (T. S. Eliot) tarzdan boheme (E. E. Cummings), bohemden intihara meyilli (Hart Crane) yaklaşıma sahip olmak üzere çeşitli arka planlara sahiptiler. Ancak tüm bu çeşitliliğe rağmen, kimse onları akademik olarak tanımlamayı düşünmedi bile. Öte yandan, tam olarak akademik düzlemde değerlendirilen yaşayan ilk şairler oldular. Eserleri derslerde incelendi, entelektüel üç aylık bültenler onlar şiirlerini yayınlamaya devam ederken bile onlar hakkında ciddi denemeler yazıyordu. Onları eleştiren kitaplar yayınlanmaya başlandı ve hala yazılmaya devam etmektedir. T. S. Elliot uluslararası çevrelerde oldukça tanınan biriydi ancak bu ünü Ernest Hemingway’in ve William Faulkner’un sahip olduğu gibi kapsamlı ve zenginlik üreten bir tarza yakın olmaktan ziyade üniversite ve akademik çevrelerde saygı duyulduğu alanlarla sınırlıydı. Bu dönemde üretilen eleştirel yazılardan hiçbiri, üç yüz yıl önce doğmuş şairlerin 'Kanolardaki Yer’inin itibarını etkileyecek türden etkisi olan T.S. Eliot’ın denemeleri kadar etkili değildi.
F. R. Leavis'e göre; Eliot, Samuel Johnson, Coleridge ve Matthew Arnold ile birlikte dört büyük İngiliz edebiyat eleştirmeninden biridir, yine de otorite eleştirisini şiiri yolu ile gerçekleştirmeseydi Eliot'un eleştirel gücünün bu kadar büyük olamayacağı aşikârdır.
Ancak bu şairlere duyulan büyük saygının en açık kanıtı, şair kuşağında ya da en azından onların takipçisi olan Amerika'daki şairlerin tapınma biçimlerinde bulunur. Randall Jarrell, Robert Lowell, John Berryman, Delmore Schwartz, yalnızca yakın şiirsel ataları hakkında en parlak denemelerden bazılarını yazmakla kalmadılar, aynı zamanda yaşayış biçimlerinde de onlara takıntılı olma eğilimindeydiler. Genç Robert Lowell, ustalarından biri olan Allen Tate'in dizlerinin dibinde olabilmek, ondan öğrenebilmek için evinin bahçesine çadır kurmuştu. Delmore Schwartz, T. S. Eliot'u bir kültür kahramanı olarak değerlendirmişti, mektupları ve söylemleri Eliot'a göndermelerle doluydu. Randall Jarrell, Wallace Stevens’ın modern zayıflıkları hakkında yazdıktan sonra, eleştirisini Stevens’a ithafen "Yüzyılımızın gerçek şairlerinden biri, dünya nasıl Vivaldi’yi veya Scarlatti’yi dinlemeye devam ediyor, Tiepolo’yu ya da Poussin’i seyretmekten kendini alamıyorsa onu da okumaya devam edecektir" diye bitirmiştir. Jarrell, Lowell, Berryman, Schwartz, onlar hakkında çok şey okuyanların yanılmayacağı gibi son derece hırslı insanlardı. Belki de bu hırslarını ticarete, siyasete veya belki de şiirdeki kariyerlerinden başka herhangi başka bir şeye yöneltip kariyerlerini dikkatlice yönlendirmiş olsalardı, sonları tekrarlanan zihinsel çöküntüler, alkolizm, erken ölüm veya intihar gibi trajik şekillerde olmayabilirdi. Şiirin, hayatlarına selefleri gibi parlak kariyerler oluşturmak için yola çıktıkları ve karmaşık bir nedenden ötürü başaramayacaklarını bildikleri için talihsiz bir şekilde nüfuz ettiğine inanıyorum. Jarrell, uygarlığın devam etmesi için aşılması gerektiğini iddia ettiği "The Obscurity of Poet" başlıklı bir makale ve değersiz bulduğu "The Taste of the Age" başlıklı başka bir makale yazdı. Delmore Schwartz, "The Isolation of Modern Poetry", "The Vocation of the Poet", "Views of Second Violonist, Some " ve "The Present State of Poetry" başlıklı makaleler yazdı. Başlıca modernist şairler, adeta kendi değerlerinin bilincinde olarak ve gelecek kuşaklar da bunu anlayacakmışçasına muazzam bir güven duygusu ile yazıyordu. Ancak onlardan sonra gelen şairler bundan o kadar emin değillerdi, bir şeylerin ters gideceğinin bilincindelerdi. Ve esasında haklıydılar da. Bir şeyler ters gitti.
Belki de, olduğuna inandığım şeyi anlamaya çalışmadan evvel çağdaş şiirin durumu olduğunu düşündüğüm şeyi açıklamalıyım. Eğer bu durumu bir cümlede anlatmak için kendimi zorlarsam söyleyebilirim ki Birleşik Devletlerdeki modern şiir bir boşluk içerisinde gelişmektedir.
Bugün yaratıcı yazarlık programlarına sahip 250'den fazla üniversite bulunmaktadır ve bunların hepsi bir şiir bölümüne sahiptir. Bu da sadece hevesli şairleri eğitmekle kalmayıp aynı zamanda yayınlanmış şiirlere sahip kadın ve erkekleri eğitmek için işe aldıkları anlamına gelmektedir. Bu kadın ve erkeklerin birçoğu yazarlık programı öğrenciliğinden, bunu nasıl ifade ederseniz edin, daha ayakları yere basmadan başka bir programın eğitmenliğine terfi etmektedir. Resmi olarak yazarlık programına sahip olmasalar da birçok kolej ve üniversite yaratıcı yazarlık kurslarında ders vermeleri için bir veya iki tane şair işe almış ve şiir yazma kursu aynı zamanda toplum-akademi ve yetişkin eğitimi anlayışının temelini oluşturmuştur. Bunlardan hiçbiri Helmsleyler ve Trumplar gibi şiirler üretmemiştir, ancak Amerikan Şairleri ve Kurgu Yazarları Rehberi’nde yer alan ve hayatlarını zanaatlarına yakından bağlantılı bir işte kazanan çok sayıda şair ve 6300’den fazla şiirin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Otuz yıl veya daha öncesinde böylesine bir durum ancak bir avuç şair için mümkündü ve onlar da en yüksek öneme sahip şairler olarak değerlendirilen şairlerdi. Robert Frost, seksenli yaşlarında şiir okuma çevrimi hususunda büyük bir ilgiye sahipken şairlerin bin, iki bin kolejde dersler vermesinin iyi bir şey olduğunu söylemiş ve ek olarak üniversitelerin ve kolejlerin şairlere dünya üzerinde sahip olabilecekleri en iyi okuyucu kitlesini verebileceğini ifade etmiştir. Şair Donald Hall 1985’de yazdığı ‘’The Poetry Reading: Public Performance/Private Act’’ adlı makalesinde "Son otuz yılda, nadir görülen şiir okuma, Amerikan şairlerinin başlıca yayın biçimi haline geldi. Her yıl yüz binlerce dinleyici on binlerce okumayla buluşmaktadır’’ diye yazmıştır. Bunların büyük bir çoğunluğu üniversite kampüslerinde gerçekleşmiştir ancak bir diğer çoğunluk birçok kilise, sinagog, bar, sanat galerisi, kitapçı ve diğer kamusal toplantılardan bahsetmeksizin New York’taki 92.sokak, Chicago Sanat Merkezin’de bulunan Poetry Center ve Pittsburgh’daki Uluslararası Şiir Forum’unda icra edilmiştir. Donald Hall, Vachel Lindsay, Carl Sandburg ve Robert Frost gibi şairlerin 20'li ve 30'lu yıllarda okumalar yaptığını, ancak şiir okumayı kültürel haritaya koyanın, 40'ların sonları ve 50'lerin başlarında okumalarına zorbalığının çekiciliğini ekleyerek oldukça güzel performanslar sunan Dylan Thomas olduğunu hatırlatmaktadır.
Şiir okumaları, zavallı bir avuç köhne öğrenciden birkaç yüz kişilik bir dinleyici kitlesine kadar her şeyi kendisine çekebilir. Şairin şöhreti belirleyicidir, şöhret de ücretleri belirler. Donald Hall, 1985’de bir okuma için ortalama iyi bir ücretin 1.000 dolar olduğunu belirtmiştir ancak sanıyorum ki çoğu şair çok daha azını kabul ederken, Allen Ginsberg, Adrianne Rich ve John Ashberycan gibi şairleri çok daha fazlasını talep ediyordu. James Dickey, bir okuma karşılığında 4,500 dolar aldığını iddia etmiştir. Bazen yakınlardaki iki veya üç üniversite bir şairi kendi kurumlarında şiir okumaya davet eder ve şair iki veya üç ücret alırken, üniversiteler tek bir uçak biletinin maliyetini paylaşırlardı. Öte yandan, bu okumaların şairleri yozlaştırdığına dair bazı tartışmalar da bulunmaktadır. Bazıları sık sık yapılan okumaların şairi dinleyici tarafından kolayca anlaşılabilecek daha basit ve mizah dolu şiirler yazma eğilimine iteceğini iddia ederken, karmaşık şiirler - Wallace Stevens "Le Monocle de Mon Oncle" ı hiç okumadan dinlediğinizi hayal edin - tabiri caizse okumalarda daha iyi sergilenmektedir. Yine de bu şiir okumaları, öğretmenlik yapmayan yahut yapmak istemeyen şairlerin mali olarak hayatta kalmasına yardımcı olmuştur. Okumalar, aynı zamanda uzun zamandır şiir ile hemhal olan, okuyuculardan bir geri dönüş veya mektubu dahi çok nadiren alan şairler de dâhil tüm şairlerin ego sektöründe yayınlanmış eserler karşılığında aldıkları tek ödemedir. Hiç kimse bu tür konularda kusursuz bir kayıt tutmamasına rağmen genel anlamda şu anda daha önce olmadığı kadar çok şiir yayınlanmaktadır. Şairler New York ve Boston gibi büyük sanat merkezleri tarafından geniş bir ölçekte yayınlanmamasına rağmen büyük sanat merkezlerinin neredeyse hepsi bazı çağdaş şairlerin kitaplarını yayınlamaktadır.
Birçok üniversite yayınevi şiir kitapları basmaya başladı ve bazıları bunu yıllardır yapıyordu. (hatırladığım kadarı ile yeni ödüllü şairimiz Howard Nemerov, University of Chicago Press tarafından yayınlanmıştı). "Küçük matbaalar" olarak adlandırdığımız matbaalar da oldukça büyük miktarda şiir yayınlamaktadırlar.
Bu küçük matbaalardan bazıları, örneğin Boston’da bulunan David R.Godine veya Berkeley’deki North Point Press küçük matbaalar olarak tanımlanacak kadar küçük olmamasına rağmen Dragon Gate veya Aralia Press gibi matbaalar gerçekten de öyledir.
Bu şiir kitaplarının ne kadar sattığı sorusuna verilebilecek en iyi genel cevap ise muhtemelen çok da iyi olmadığı şeklindedir. Amerika’da eserlerinin satışından ciddi bir şekilde para kazanan ve bununla hayatını idame ettiren tek şairin Robert Frost olduğu söylenirdi ancak Donald Hall’e göre o da bunu ancak ömrünün son evrelerinde gerçekleştirebilmiştir. Yine de şiir için herhangi bir kaynak sıkıntısı yaşanmamaktadır. New Yorker, aylık edebi dergiler ve üç aylık bültenlerin çoğu şiiri yayınlamaktadır. Bunun yanı sıra, Harriet Monroe tarafından kurulan Poetry 1912’den bu yana yayın hayatına devam etmektedir.
Bu tür yayınların da ötesinde, oldukça geniş ölçekte şiir yayınlayan, baskı sayısı genellikle binleri görmese de yüzleri bulan birçok küçük dergi de bulunmaktadır. Bu dergiler öylesine çoktur ki, , bürokratik ifadede The Coordinating Council for Literary Magazines adı verilen bir "şemsiye organizasyon" bulunmaktadır. Bu küçük dergiler öylesine çoktur ki Ulusal Sanat Vakfı tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedirler. Bazen bu ülkede bir vakıf veya bir hükümet tarafından verilen hibe, teşvik veya mali yönden herhangi bir şekilde garanti altına alınmamış destekler olmasa tek bir şiir bile yazılamazmış gibi gözükmektedir.
Ve böylelikle, DJlerin ifadesiyle; ritim devam ediyor.
İddia şudur ki; esasında hiçbir şey yanlış değil, olması gerektiği gibi ve her zaman olduğu gibi ilerlemektedir. Örneğin, bugünlerde -Pulitzers ve Lamonts, National Book Ciritics Circle, Yale Younger Poets, Amerika Akademisi’nin Roma bursları, Arts & Letters Enstitüsü, Guggenheims, National Edowment Arts Bursu, Library of Congress Consultanships, Lilly Prize, Delmore Schwartz - o, en hırslı şair, bu habere alaycı bir şekilde gülümserdi, anısına ulusal şair ödülü gibi birçok ve burs bulunmaktadır.
Şairler genellikle mensubu oldukları etnik grubun, ırklarının veya siyasi eğilimlerinin birer sözcüsü olarak sergilenme eğilimindedirler. Pen Warren gibi bazı azınlık şairler, yakında Richard Wilbur da bu konuma gelebilir, Baron von Richtofen’dan daha fazla madalyaya sahiptirler. Bu durumda; onurlandırılma, maaş, yayın olanakları, halkın övgüsünü kazanma fırsatları hususunda bir eksiklik bulunmadığı için çağdaş şiirin gelişmekte olduğu söylenebilir.
Peki, şiirin içerisinde geliştiği o boşluk neden kaynaklanmaktadır?
Genel olarak söylemeliyim ki: çağdaş şiir ne kadar onurlandırılırsa onurlandırılsın, çok küçük bir kesimin dışında, neredeyse hiç okunmamaktadır ve düzenli entelektüel diyetin bir parçası olmaktan çıkmıştır. Modern toplum, yakın tarih ya da şu anki yaşama şeklimiz hakkında bir şeyler aktarmaya çalışan romanları okuması ya da en azından bir fikir sahibi olmaları gerektiğini düşünen genel entelektüel ilgi alanlarına sahip kişiler, artık çağdaş şiir hakkında aynı tereddüttü hissetmemektedirler. Londra'daki kalabalık bir zamanlar Tennyson'ın geçişini görebilmek için parmak uçlarında duruyordu; bugün Tennyson gibi bir figür muhtemelen şiir yazmayacak ve hatta okumaya dahi tenezzül etmeyecektir.
Şiir ilgi odağının dışında kalacak yönde bir değişime uğradı. Bu değişime sebep olan şiirin kendisi miydi? Kelimenin tam anlamı ile şiir, artık eylemin olduğu yerde bulunmamaktadır. Bu esasında kayropraktik ya da akupunktur ana akım tıp için olduğu gibi, tuhaf ancak küçük bir mürid grubunun hakikat olduğuna yemin ettiği bir etkinlik olarak görülmeye başlamaktadır. Bazıları modernist şairin tutkulu sanatsal macerasına çıktığında şiirin de benzer bir durumda olduğu görüşüne karşı çıkabilmektedir.
Modernist şairler, eserlerini sadece yüzlerce kişi tarafından okunan dergilerde yayınladılar; isimleri eğitimli sınıfın çoğu mensubu tarafından bilinmiyordu ve hedef kitlelerinin hepsi kült bir karaktere sahipti. Ancak bunun da ötesinde, hiçbir şey mukayese edilebilir görünmemektedir. Modern şairleri teşvik etmek bir vizyondu ve bu vizyonlardan bir tanesi de yaşamın doğasının temelde değiştiğini ve sanatçıların da buna aynı şekilde uyum sağlayacağına dair inançtan oluşuyordu. Serbest şiir, parçalı sözdizimi, köklü ayrılıklar, argo üslup, daha önce şiirsel olarak imkânsız olarak düşünülen konuların kullanımı - modernist şairlerin kullandığı teknikler ve yöntemler arasındaydı. Yeni olan bir diğer şey ise, belki de yazarların bu zamana dek ilk kez denediği okuyucuya karşı tutumlarındaki aşırı alaycı biçimdi. Yazdıkları inkâr edilemez bir biçimde zor olmasına rağmen, bunu kendi sorunları olarak görmemişlerdi. Yazdıkları gibi yazıyorlardı. Yazdıklarının zorluğuna gelince Henry James’in zamanında sorduğu gibi ilham aldıkları şeyin esasında bu zorluk olup olmadığıydı. Bu ifade biçimiyle James'in kişiye üstesinden gelinmesi için ilham veren türden bir zorluğu kastettiğini tahmin ediyorum çünkü kişi, bu yolla elde ettiği ödülün mücadeleye fazlasıyla değdiğini hissetmektedir.
Nedendir bilinmez, modernist şairler yazılarının kalitesi, sanatları uğruna yaptıkları fedakârlıklara dair sahip oldukları otorite ve hem işlerinde hem de yaşamlarındaki yetişkin ciddiyetin halesi aracılığı ile muzaffer olmuşlardır. Kimileri modernist şairi Londra’da bir bankada, Hartford’da bir sigorta şirketinde yahut Rutherford, New Jersey’deki bir doktorun ofisinde çalışıyor olsa bile bir sanatçı, çağdaş bir şair ve bir şiir uzmanı olarak düşünme eğilimindedir. Gerçek bir uzman gibi o, meslektaşlarının dünyasından oldukça izoledir. Bugün şairlerin büyük çoğunluğu neredeyse tamamen akademik bir atmosferin içerisinde yaşıyor, ancak bu ilim ve irfan dünyasından ziyade yaratıcı yazma programlarının ve yazma atölyelerinin olduğu farklı tür bir akademik atmosfer. -Kingsley Amis’in bir zamanlar belirttiği gibi, ikinci dünya savaşından bu yana ters giden her şey ‘’atölye’’ kelimesi ile özetlenebilir. Bu atmosferin içerisinden çıkan şairler hem akademik hayatta hem de daha geniş bir açıdan dünyada ilginç bir şekilde konuşlanmışlardır; ne tamamen akademisyendir onlar ne de tamamen sanatçı. Çoğunlukla üniversiteler tarafından muhafaza edilen dergilerde yayınlamaktadırlar, diğer kolej ve üniversitelerde okuma ve atölye çalışmaları yaparak ülke çapında seyahat etmektedirler. Bir kot pantolon içerisinde yaşamaktadırlar bu şairler ama özgeçmişlere sahiptirler aynı zamanda. Böylesine bir karaktere sahip özgeçmişlerin sayısını gördüm ve bu özgeçmişler şimdi yazacağım satırlarda olduğu gibi devam etme eğilimindeydiler:
James Silken [benim uydurduğum bir isim] ilk şiir kitabı Stoned Jupiter'i Florida Üniversitesi Yayınları'ndan çıkardı. İkinci kitabı, The Parched Garden, Black Bear Press tarafından gelecek yılın başlarında yayınlanacak. Wainscotting Books tarafından 1983'te Apaches and Parsley adlı bir kitabı yayınlandı. Şiirleri ve eleştirileri Poetry Northwest, New Letters, The Arizona Review, TriQuarterly ve Worcester Review gibi dergilerde yayınlandı. Iowa Eyalet Üniversitesi, Michigan Üniversitesi, Drake Üniversitesi ve Bread Loaf'ta şiir okumaları yaptı. Önümüzdeki yaz Oregon Yaratıcı Sanatlar Merkezi'nde dersler verecek. Aslen Tennesseeli olan ve Tempe’de yaşayan James Silken şimdilerde Arizona Eyalet Üniversitesi’nde yazı programlarını yönetmektedir.
James Silkin geçimini işte böyle sağlamaktadır.
1941'de Delmore Schwartz, Kenyon Review'de yayınlanan "The Isolation of Modern Poetry" başlıklı bir makalesinde, "Şairin hedef kitlesinden yoksun olması basit bir mesele değildir, çünkü bu bir nedenden çok modern şiirin karakterinin bir sonucudur’’ diye yazmıştır. O zamanlar Schwarz’ın aklındaki karakter Henry James’in anlayışına göre şiirin zorluğudur. 1949'da Partisan Review'de Schwartz, "Modern şiiri anlamak isteyen herkes bunu bir dil öğrenmek, yeni bir beceri edinmek veya briç oynamayı öğrenmek için gerekenin yarısı kadar sıkı çalışarak yapabilir" diye eklemektedir. Ancak aslında, az rastlanan bir istisna dışında (burada John Ashbery'nin şiirlerinin çoğunda bulunan belirsizliğin akla gelmesinden bahsedebiliriz) çağdaş şiir daha az zor olmasına karşın gelişmedi ve hala ulaşması gereken hedef kitlesine ulaşmadı.
Delmore Schwartz’ın modern şiirin belirsizliğini modern şiirin zorluğuna dayandırmasına karşın Randall Jarell Harvard’da ‘’The Obscurity of the Poet’’ adlı bir konferansta milli kültürü suçlamıştır.
Jarell’a göre şair, "gazeteleri, dergileri, kitapları, sinema filmleri, radyo istasyonları ve televizyon istasyonları, hatta gerçek şiiri, her türden gerçek sanatı anlama kapasitesi bile harap olmuş bir dünyada yaşamaktadır’’.
Son yıllarda şairler bir adım daha ileriye giderek ulusal yaşamımızdaki sanatçı ve entelektüel karşıtı çabalarından ötürü Amerika’yı suçlamaktadır. John Berryman, ilk karısı Eileen Simpson'a “Puşkin şiirlerini bildikleri için demiryolu işçilerini güvenebiliyordu, Amerika’da şiiri kimlerin okuduğunu bir düşün’’ demiştir. Şiir, başka yerlerde de olduğu gibi dil bilgisinde ve liselerde hiç öğretilmemektedir ve şiir büyük ticari yayıncılar tarafından ihmal edildiği için bu yayıncılar suçlanmaktadırlar.
Kapitalizm genellikle kar paylaşımını, bazen süper marketlerdeki satış tekniklerini bazen de yanlış modelleri uygulaması ile var olmaktadır. Nasıl bir ülke Lee Iacocca’yı A.R. Ammons’dan daha iyi tanıyor olabilir? Kısaca ifade etmek gerekir ki, şairin hedef kitlesi yoksunluğundan ötürü su içmek haricinde neredeyse her şey suçlanmaktadır.
Bazı şairler, edebi hırslarına yenik düşüp kendilerini besleyen eli yutmaya hatta üniversiteyi suçlamaya çalışarak çok sayıda yaratıcı yazma programının ortaya çıkmasıyla birlikte maddi olarak çok şey gerektiren ve karşılığında onlardan çok az şey talep eden doğuştan izleyici kitlelerini kendilerinin yarattığını iddia etmektedirler.
Bir şair ve şiir eğitmeni olan Greg Kuzma "Beş yıl içerisinde Amerika’da herkesin evine güvenli bir sürüş mesafesinde olan bir yaratıcı yazma programı olacak" demiştir. Yaratıcı yazma programları yalnızca kendilerini şair olarak nitelendiren ya da herhangi başka bir ülkenin ihtiyacı olduğundan daha fazla insan ortaya çıkarmamaktadır aynı zamanda atölyelerin cesaret verici ve bir şekilde iyileştirici atmosferi genellikle, şiirin herhangi birinin dikkatini çeken tek ciddi iddiası olan yüksek çalışma standardını eksiltmektedir. Daha genel, daha tarihsel bir bakış açısıyla; şiir için mükemmel temaları muhafaza eden ancak bu temaları benliğin bir süzgeci aracılığı ile gören romantizmin ortaya çıkması ile birlikte o muazzam temalar tükendi ve şiirden geriye kalan tek şey soluk bir öznellik haline geldi.
Tanınmış eleştirmen Yvor Winters’ın yazdığı gibi 18, 19 ve 20. yüzyıllarda romantik teorinin gelişmesiyle birlikte, şiirde rasyonel olanı bastırma ve duygusal olanı izole etme yönünde artan bir eğilim bulunmaktadır. Bu eğilim, en azından şiiri hakikat için bir araç, fikirler ve iç görüler için şimdiye dek yaratılanlar arasında en faydalı sırdaşlık olarak görenler için büyük bir hatadır. ‘’The Place of Poetry, Two Century of an Art of an Crisis’’ adlı mükemmel kitabın yazarı Christopher Clausen, bu noktayı şu şekilde vurgulamıştır: "Bilimin entelektüel üstünlüğe yükselişinden bu yana şairler Batı medeniyetinin (belki de yanlış bir şekilde) en önemli olarak gördüğü sorunu açıklığa kavuşturmak ya da rakiplerinin vargılarını icmal etmek için bilim insanları ile eşit hak iddiasında bulunma hususunda daha az yetenekli olmuşlardır’’.
Romantizm, bilim; hatta modernizmin kendisi bile şiirdeki neşeyi kuruttuğu ve serbest şiirin ortaya çıkışıyla birlikte şiiri veznin tadından ve ritminden mahrum bıraktığı için suçlanmıştır. Örneğin Philip Larkin, şairler ve okuyucular arasındaki kopuk bağın suçunu "tüm sanatları çürüten modernizmin sapkınlığı" dediği şeye yüklemiştir. Larkin özellikle, sanatsal mesleği tanrılaştırma, onu bir yazarın hedef kitlesini eğitme veya eğlendirme yükümlülüğünden ayırma yönündeki modernist eğilimi kastediyordu. Üç sayfalık "The Pleasure Principle," adlı makalesinde Philip Larkin: "Temelinde şiir diğer tüm sanatlarda olduğu gibi ayrılmaz bir şekilde zevk duygusu ile ilişkilidir. Eğer bir şair bu duyguyu içselleştiren hedef kitlesini kaybederse her Eylül’de imza bekleyen itaatkâr kalabalığın hiçbir şekilde yerini tutamayacağı sahip olduğuna değer tek hedef kitlesini kaybetmiş demektir’’ diye yazmıştır.
Bir şeyleri bir kademe daha ileriye taşırsak, günümüzde şiirin gerilemesinin, genel olarak dilin çözülmesinin kaçınılmaz bir refakatçisi olduğuna inananlar bulunmaktadır. Bir şair ve deneme yazarı olan Wendell Berry izleniminin, neredeyse 150 yıldır dilde anlamsız ve anlamın tahrip edildiği yönünde kademeli bir artış olduğunu ve dilin bu artan güvenilmezliğinin eş zamanlı olarak artan kişi ve toplulukların parçalanmasıyla paralellik gösterdiği yönünde olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla, bazıları şiirin bu enkazda aldığı hasarın çoğunu telafi etmek için çabalamaktadır.
Biraz daha özelleştirerek genellersek, kimileri vezin, imge ve eğretileme yolu ile ilerleyerek okuyucularını duyguya duyarlılık durumuna getireceklerine inansalar da çok az sayıda eğitimli okur dışında yeterli bir karşılık bulamamaktadırlar. Bu durum tıpkı eski insanlığın sahip olduğu avını izi veya kokusu ile takip etme becerileri gibi körelmiş ya da tamamen yok olmuş gibi gözükmektedir. Yine de bazıları hala tarihin gizemine hitap etmeye devam etmektedir. Belki de ülkemizin Emily Dickinson ve Walt Whitman’ın hala güçlerinin zirvesinde olduğu 1870ler gibi ya da modernist şairlerin sahneye çıktığı 1910lar gibi şiir tarihinin kötü bir döneminden geçmektedir.
Şüphesiz romantizm, modernizm, diğer edebi fikirler ve ideolojik hareketlerin hepsinin, şiirin 20. yüzyılın sonlarına doğru kendisini bulduğu konuma gelmesinde etkisi olmuştur. Kurumsal, dilbilimsel ve tarihsel faktörler de kuşkusuz şiiri şu anda yaşadığı karanlık köşeye itme konusunda etkilerini göstermiştir. Yine de, dönemimizde şiirin izolasyonunu, genel kültürle ilgisiz görünmesini, bir zamanlar insan faaliyetlerinin en yüksek noktasında olduğu ve şimdilerde ikinci sınıfa gerilediği anlayışına dair yapılan açıklamaların neredeyse tamamı şairlerin kendilerini bir sorumluluk altına girmekten kaçınmasına yardımcı oluyor gibi gözükmektedir.
Walt Whitman büyük şairlere sahip olmak için büyük kitleler olması gerekir derken haklı olabilir ancak Delmore Schwart’ın zamanında söylediği gibi: "Harika şiirlere sahip olmak için büyük şairlere sahip olmak gerekir..."
Kimse bizim çağımızın şiir çağı olduğunu iddia etmiyor. Ne de olsa edebi biçimler veya üsluplar kendilerine ait, tuhaf, çoğunlukla anlaşılmaz yükselişlere ve düşüşlere sahiptir. İngiliz tiyatrosu asla tekrar Elizabeth çağında ulaştığı zirveye ulaşamadı. Romanın 19. yüzyılın ortalarında Rusya'da filizlenen büyük ihtişamını kim tahmin edebilirdi ki? Altmış ya da yetmiş yıl önce, Eliotlarımız, Yeatlerimiz, Stevenlarımız, Hardylerimiz, Frostlarımız, Donnelerimiz, Marvellarımız varken şimdilerde Wallacelerimiz ve Lovelacelarımızla yaşıyoruz. Karl Shapiro tarafından açıkça belirtilen başka bir görüş, en iyi zamanlarda bile etrafta çok değerli küçük şiirsel yeteneklerin oldukça az olduğunu savunmaktadır.
Shapiro’nun belirttiği gibi:
"Uzun bir zamanın sonunda herhangi bir zaman diliminde gerçek sanat eserlerinin üretiminin düşündüğümüzden daha nadir olduğu sonucuna vardım. Hatta B-S-K şiir teorisi olarak adlandırdığım bir deneysel doktrin bile tasarladım: Byron, Shelley ve Keats. Bu doktrine göre aynı zaman diliminde sadece üç şair var olabilir. Şaşaalı rönesans dönemlerinde bu sayı biraz artabilir ancak bu da olsa olsa yarım düzine kadardır. Bu yıldızların etrafında muhakkak ki belirli sayılarda uydular vardır ve bu böyle sürecektir. Esasında bu, sanata tarihsel bir perspektiften gerçekçi bir bakış açısıdır.’’
Ancak bugünlerde herhangi bir B, S veya K sahip olsak bile, onların kim olduğunu bileceğimiz dahi kesin değildir. Geçen yıl şiir kitapları öylesine çok basıldı ki Los Angeles Times, hangisinin kayda değer olduğunu söylemenin imkânsız olduğunu bir gerekçe olarak göstererek artık şiir kitaplarını incelemeyeceğini duyurdu. Aynı durum, şairler için de geçerlidir. Günümüzün sayılı şairlerinin kimler olabileceği konusunda bir fikir birliği bulunmamaktadır. En çok övgü alanın Robert Penn Warren olduğunu söyleyebiliriz ancak kimse onun okurlarının hayatlarının merkezinde olan türden bir şair olduğunu veya bunun hakkında yazdığını veya bununla ilgili konuştuğunu görmemiştir.
Geçmiş şair ödülünün sahibi Richard Wilbur, tüm çevrelerde seçkin olarak değerlendirilmesine ve ustalığından dolayı saygı görmesine rağmen bir edebi nezaket modeli olarak gösterilmediği sürece Vizigotik türden çekici ve tutkulu bir taraftarlık uyandırmıyor gibi gözükmektedir. Şu anda Harvard'da ders vermekte olan İrlandalı şair Seamus Heaney genellikle büyük bir figürmüş gibi yazılmaktadır ancak şiiri içine kapalı, o küçük profesyonel çevrenin dışına çıkmayı başaramamıştır.
Şüphesiz Amerika'daki en ünlü şair Allen Ginsberg'tir, ancak şiirden ziyade; politika, homoseksüellik, zorbalık yeteneği ve aleniliğinin sıradan dehası asıl ünlü olduğu şeylerin temelini oluşturmaktadır. Ayrıca John Ashbery de açık bir şekilde onurlandırılmaktadır ve hakkında saygıyla yazılmış eleştiriler bulunmaktadır. Kendisi bir akademisyen olmasa da ona göre şiirin bir konusu bulunmamaktadır çünkü şiir konunun kendisidir.
Eşit öneme sahip diğer isimleri de şu şekilde sıralayabiliriz: Kıdemli kuşaktan Stanley Kunitz, Karl Shapiro, David Ignatow ve İngiltere'de Stephen Spender. Şu anda altmışlı yaşlarında olan kuşaktan olanlar ise : Howard Nemerov, James Merrill, John Hollander, Anthony Hecht, Donald Davie, Hayden Carruth, Donald Hall, W.S. Merwin, Galway Kinnell, Richard Howard, Mona Van Duyn, Philip Levine, Maxine Kumin, Derek Walcott, Adrienne Rich, William Meredith.
Virgil Thomson, "Adımı bilmeyenler arasında bulunduğumda, gerçek dünyada olduğumu anlıyorum" der. Ancak bu paragrafta adı geçen şairler yaşadıkları küçük dünyadaki büyük isimler olmasına rağmen yine de Poetry, American Poetry Review, Parnassus ve üniversiteler dışında çoğunla tanınmamaktadırlar.
Kısa bir süre önce iki şairin meslekleri hakkında konuştuklarını ve ardından okudukları şiirleri dinleme fırsatım oldu. Her ikisi de otuzlu yaşlarında büyük üniversitelerde düzenli dersler veren, iki kitap yayınlamış, hibe ve ödül almaya hak kazanmış iki erkekti. Şairlerden biri Japon kökenli bir Hawaili diğeri ise orta sınıf bir Yahudiydi. Her ikisi de esasında cahil bir ülkede yeterince takdir edilmemiş şiir konusunda hevesliydi. İlk şair, kendisini halkının bir sözcüsü olarak görüyor, halkının geçmişini şiirlerinde yaşatması gerektiğine inanıyordu. Diğer şair kendisini Yahudilerin bir sözcüsü olarak görmemesine rağmen kimilerinin sert ama duyarlı olduğunu düşündüğü tarzda kuşatılmış bir sanatın savunucusu olarak gözüküyordu. Babasının bir satıcı olduğunu ve oğlunun şair olmasının sebebini algılamasının onun için kolay bir şey olmadığını dile getiriyordu (Bir satıcı, ölümünün Arthur Miller’a bile meçhul geleceği bir şekilde ölebilir). Şiirlerini okuduktan sonraki tartışmalarında, her iki şair de Pound’dan, Eliot’dan, Kant’tan ve Rilke’dan güçlü esintiler taşıyan alıntılar yapıyordu. Onların eserlerine gelince ilk şair, bir zamanlar büyükbabasının mezarının bulunduğu ve o zamandan beri bir müteahhit tarafından işletilen Hawaii'deki bir mezarlık alanına yapılan ziyareti hakkında uzunca bir şiir okudu. Kısacası bu, hiçbir ek çaba olmaksızın anti-kapitalizme atıfta bulunan bir mağduriyet şiiriydi. İkinci şair, çocukken zaman algısını bilmediği, büyükannesinin onu kurabiye ve sütle beslediği küçük mutlu anlarla ilgili ‘’Proustian’’ adında bir şiir ve lisedeyken öğrencilerine sağlam bir bedene sahip olmaları gerektiğini tavsiye eden ancak şimdilerde kanserle boğuştuğu için bedeni güçsüz düşen eski futbol koçunu ziyareti hakkında başka bir şiir okudu.
New Critics'e göre, bir şiir başka kelimelerle ifade edilemez, ancak bu şiirleri başka kelimelerle ifade ederek, onlardan kısaca bahsederek onlara büyük bir haksızlık yaptığımı düşünmüyorum. Onlardan bahsediyorum çünkü muazzam bir şekilde rahatsız edici, biraz politik ve dil veya düşünce inceliğinde akılda kalıcı olacak kadar karakteristik göründükleri için, çağdaş şiirin birer yansıması oldukları için yapıyorum bunu.
O halde her şey şiirle mi ilgilidir?
1940'larda Edmund Wilson, "Is Verse a Dying Technique?" başlıklı makalesinde şiirin ölüp ölmediğine dair bir soru sormuştu ve şüphesiz ki bu soruya cevabı ‘evet’tir.
Wilson’a göre şiir, nesirden çok etkilenmişti. Flaubert’in zamanında belirttiği üzere Dante gibi epik bir hikâye anlatacak olanlar artık bunu nesir yolu ile yapmaktadırlar. Wilson, Flaubert'ten bahsetmektedir çünkü şairlerin dizelerine yaptığı türden bir itinayı nesirlerinde bolca gösteren ilk romancı odur, belki James Joyce bir diğeri olarak değerlendirilebilir. Wilson’un artık yaşamımızın usulü ve diliyle hiçbir ilgisinin olmadığını belirttiği Yeats, ikna edici bir şekilde beşli ölçüde yazan son büyük şairdi. Çağdışı biçimler yalnızca çağdışı bakış açıları ile oluşturabilir ve zaten Tennyson's ve Arnold'un zamanında basmakalıp bir şekilde gelişmiş olan dili kullanarak çağdaş olaylarla başa çıkamazsınız.
Wilson, lirik şairlerimizin şimdiye kadar yazmış olan herhangi biriyle karşılaştırılmasında bir sakınca görmüyordu ancak Shakespeare’in ya da büyük eserlerini şiirlerde sergilemiş olan Dante'nin itibarına dair hiçbir tahayyüllerinin olmadığını da belirtiyordu. Edgar Allan Poe, bundan bir asır önce bahsedilenlerin çoğunu ön görmüştü. Poe, 1848 tarihli makalesi "The Poetic Principle’’da; Eğer herhangi bir zamanda, uzunluğu oldukça fazla olan bir şiir popüler olmuşsa bile, sanıyorum ki bunun tekrar olması mümkün değildir’’ diye yazmıştır. Onları el üstünde tutmak ve onlardan büyük keyif almak için özellikle de şiirsel üslupla anlattıkları hikâyelerin bir daha asla yazılamayacağının da bilinci ile Homer, Dante, Shakespeare, Milton, belki Byron ve Browning'i okumaya devam edeceğiz.
Esasında yazarlar bunu denemişlerdir. Philip Toynbee 1960'larda mısralardan oluşan bir roman yayınladı. Clive James, çağdaş Londra edebi hayatının uzun öykülerini kahramanca beyitlerle yazdı. En son çaba, Vikram Seth adlı genç bir yazarın Puşkinyen bir kafiye şemasında bestelediği ve büyük beğeni toplayan Altın Kapı adlı 307 sayfalık bir romandı. Fakat bu beğeni, Samuel Johson’un ancak kadın papazlar yahut iki ayakları üzerinde yürüyen köpeklerin hak edeceğini söylediği bir türdendi: “Bunun mümkün olabilmesine şaşırırsınız.” Okuyucular Vikram Seth’in başardığı işin ağır tuhaflığıyla o kadar ayakları yerden kesilmiş haldeydiler ki, basitçe Berkeley’in (Papaz olan değil California’daki) savaşma seviş klişesini tekrar ettiğini görmezden geldiler. Şairler hikâye anlatmaktan tamamen vazgeçmemişlerdir. Robert Frost'un en iyi şiirlerinden bazıları anlatı türündedir. Parçalı ve münferit olmasına rağmen, "The Waste Land" bile bir hikâye anlatmaktadır; Wallace Stevens'ın "Sunday Morning”i de bir şekilde öyledir. In Life Studies’de (1957), Robert Lowell otobiyografisinin bazı kısımlarını mısralarla aktarmıştır.
Çağdaş şairler arasında Herbert Morris ince ince kontrol ettiği işlenmemiş dizelerle esasen karakter olarak anlatı niteliğinde olan, çocukluğunun dramatik monologlarını yazdığı oldukça başarılı bir iş ortaya koymasına rağmen çağdaş şiirin büyük bir çoğunluğu lirik yönünde ilerlemiştir.
Pratikte bu genellikle bir olayı, hadiseyi, doğa olgusunu, sanat eserini, ilişkiyi, duyguyu, her zaman açıkça olmasa da bir şekilde seçkin bir dilde açıklayan, kırk satırdan daha az ve dolaylı bir sezgi yaratan şiir anlamına gelmektedir. Paradise Lost'tan "Hiç kimse daha uzun olmasını istemedi" diye bahseden Samuel Johnson, Milton üzerine yazdığı aynı denemede "Bu kısa kompozisyonların genel olarak elde edebileceği tek şey yalınlık ve zarafettir" demiştir. Johnson'ın ifade ettiği gibi bu kadar çok çağdaş şiirin "kısa kompozisyonlar" olarak değerlendirilmesinin çeşitli nedenleri vardır ve en önemli neden çoğu derginin uzun şiirlere yer vermemesidir. Bunu, muhtemelen doğru bir nedene dayanan birkaç hatta oldukça ciddi sayıda okuyucunun on veya daha fazla sayfalık bir şiir okumak istemediği varsayımından yola çıkarak yapmaktadırlar.
Uzatılmış bir şiirsel performansı sürdürmek için gereken yetenekten söz etmeyelim ama liriği ana biçimiyle ele alırken, çağdaş şiir kendisini ciddi şekilde sınırlandırmıştır. Böylelikle edebiyatı her zaman birincil öneme sahip bir etkinlik haline getiren birçok şeyi açığa vurmaktadır. Çağdaş şiir, okumak için nihai gerekçe olan hikâye anlatma gücünü, insanların yaşayışlarını ve hayat hakkındaki büyük gerekçeleri keşfetmek için evvelinde nasıl yaşamış olduklarını açığa çıkarmaktadır. Böylelikle günümüzde şiir, parlak genç şair ve eleştirmen Brad Leithauser'in ifadesiyle "ne yazık ki çevresel bir sanat biçimi" haline gelmiştir. Yine de bu çevrede bile birkaç ayrım yapabilmenin faydası olacaktır. Büyük şairlerin eserlerini güvence altına almasa da en azından abartılanların kim olduğuna karar verilerek bir başlangıç yapılabilir.
Ancak bunun yakında gerçekleşmesi pek olası gözükmemektedir. Çağdaş şiir, çağın hantal akademik edebiyat eleştirisinin yeni kullanımında ayrıcalıklı bir hale gelerek süregelen sert eleştirilere maruz kalmanın yükünden özel bir muafiyete tabi tutulmuştur. Çağdaş şiirin en yetkin eleştirmenlerinden Helen Vendler haklarında yazacak kadar önemsemediği şairler dışında neredeyse yalnızca aydınlatıcı takdir yazıları yazmaktadır. Zamanının en yetenekli çağdaş şiir eleştirmeni Randall Jarrell böyle bir esef hissetmemiştir çünkü o yazılarında şairleri eşit bir coşku ile hem takdir ediyor hem de yeriyordu. Ancak Jarrell'in zamanında şiir şimdi olduğu kadar hasta ve soluk görünmemiş olabilir. Şimdi, pek çok şair, eleştirmen, editör, küçük basın yayıncısı, yaratıcı yazı programları için en önemli şey hastayı hayatta tutmak gibi görünmektedir. Gerçi hastanın hayatı tehlikede ise, hastalığın belirtilerini görmezden gelmek bir işe yaramayacaktır. Bu belirtileri anlamak ve esasında çağdaş şiirde bu denli yanlış olan şeyin ne olduğunu algılamak için 1969’da Paris’te sürgündeyken hayatını kaybeden Polonyalı roman yazarı Witold Gombrowicz’in ‘’Against Poets’’ adlı olağanüstü makalesi üzerine düşünmek faydalı olacaktır. Gombrowicz makalesinin ikinci paragrafında, çağdaş şiire karşıtlığını belirtmese de onu okurken büründüğü ruh halini şu şekilde yazmıştır:
Neredeyse kimsenin şiiri sevmediğine ve şiirin dünyasının bir kurmacadan ve yalandan oluştuğuna dair aşağıdaki makalenin tezi sanıyorum cesur olduğu kadar anlamsız görünecektir. Yine de, burada, karşınızda duruyorum ve şiirleri hiç sevmediğimi hatta bunun da ötesinde şiirin beni bunalttığını beyan ediyorum. Belki de benim bir kara cahil olduğumu söyleyeceksiniz. Oysaki uzun zamandır sanat ile ilgileniyorum ve şiirin dili esasında bana çok da yabancı değil. Şiirsel bir duyarlılığa sahip olmadığımı iddia ederek, bana karşı favori argümanınızı da kullanamazsınız çünkü bu duyarlılığa büyük ölçüde sahibim. Şiir bana şiirlerde değil de Shakespeare'in dramalarında, Pascal ve Dostoyevski'nin düzyazısında ya da sadece çok sıradan bir gün batımı olarak daha yavan unsurlarla göründüğünde ben de diğer tüm ölümlüler gibi sarsılıyorum. Neden şiirin ritmi ve kafiyesi beni uyutuyor? Neden şairlerin dili olabilecek en az ilgi çekici dil gibi görünüyor? Neden bu güzellik bana hiç de çekici gelmiyor ve biçim olarak daha kötü bir şey bilmiyorum? Şairlerin kendileri ve şiirleri hakkında konuşma tarzından daha gülünç olan başka bir şey var mı?
Gombrowicz, belirli bir hayal kırıklığı ile ‘’bugün şair bir doktorun veya bir mühendisin yolundan gidiyor bu da şiirin doğallığını çarpıtıyor, şiirin yapay görünmesini sağlayarak şairi bir insandan daha az bütün haline getiriyor diye belirterek şiirin profesyonelleşmesinden vazgeçişini ifade etmektedir. Şiir, çok fazla takva ile çevrelenmiştir, böylece şairler, münhasırlıkları içinde kendilerini rahip olarak düşünmeye başlamışlardır. Şairler, diğer şairlerle arkadaşlıklarını sürdürme eğilimindedir, bu da yalnızca onları "gerçekliğe ilişkin kafalarını kuma gömme politikalarını" güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda kendi zayıflıklarıyla yüzleşmekten de korur.
Şairler esas olarak diğer şairler için - kendileri gibi insanlar için yazmaktadırlar. Bu Gombrowicz'e göre şairlerin sahip olduğu başka bir zayıflıktır. Gombrowicz şairlerin herkesin anlayacağı bir şekilde yazmasını talep etmediğini belirtir, o yalnızca modernist şairlerin ısrarlı bir biçimde sanatçı olarak boy göstermemelerini ve sahip oldukları o kapalı dünyalarının ötesinde oldukça ilgi çekici başka dünyalar olduğu gerçeğini ihmal etmemelerini dilemektedir. Gomrowicz’e göre şairlerin bir diğerini onurlandırmak adına yazarken kullandıkları dilin ağdalı havası o kadar saf ve çocukçadır ki hayatlarında kalem kullanmış insanların bu dilin sahip olduğu reklamcı saçmalığını hissetmediğine inanmak zordur. Bu durum onun için katlanılması zor bir hale gelmiştir.
Gombrowizcs'in yaklaşımı abartılı gözüküyor olsa da, modern şiir ile ilgilenen herhangi biri onun bu öfkesinin bir kısmına hak verecek ve modernist şairlere yaptığı suçlamalarında haklılık payı olan genel bir gerçeğin farkına varacaktır. Bu zamana dek gözlemlediğim hiçbir camia, özellikle yaratıcı yazma programı evresinde, modernist şairlerin camiası kadar aynı anda hem bu kadar kendini beğenmiş hem de bu kadar umutsuz olmamıştır. Çoğunlukla modernist şairler kendilerini E.M. Forster'ın duyarlı, düşünceli ve cesur olan küçük aristokrasisine yakıştırmaktadırlar. Ancak gerçekte, daha önce de belirttiğim gibi, cansız, zorba ve şanslı bir yere aittirler. Onların duymak isteyecekleri son şey, kendi çevrelerinin dışındaki pek çok insanın ilgisini çekmeyen bir şey üretiyor olduklarıdır ve bunu görmezden gelerek ürettiklerini takdir etmeyenleri ruhen sakatlanmış olarak görürler.
Ancak gerçek şairler ve şiiri ciddiye alan insanların arasında bir şeylerin olduğuna dair keskin bir kabul bulunmaktadır. Sanki şiir zayıf düştüğü için gerçekliğini ve dolayısıyla değerini kaybetmiştir.
Kendi adıma konuşacak olursam, yakın zamanda hayatını kaybeden Elizabeth Bishop, L.E. Sissman, Philip Larkin de olmak üzere hayranlık duyduğum modernist şairler oldu. Ancak hiçbiri önceki neslin şairlerinin yapabildiği ölçüde zihnime bir lisan yerleştirebilmeyi başaramadı.
"Somon şelaleleri, uskumrularla dolu denizler"; "Sabahlık ve gecikmişliğin kayıtsızlığı / Güneşli bir sandalyede kahve ve portakal"; "Ama tutmam gereken sözler var / Ve uyumadan önce gitmem gereken yollar"; "Odadayım, kadınlar gelip gidiyor / Michelangelo'dan konuşuyorlar"; “Sevgilim yeşillere bürünüp gitti”, “Masada uyutulmuş bir hasta gibi”, “Bayağı, sahtekar bir on yıl”, “Orada duvarları sevmeyen bir şey var”, “Gerçek kurbağalarla dolu hayali bahçeler”…
Böylesine zarif, tesirli ve hoş bir dil daha doğru bir ifade ile böylesine bir dili yaratma gücü nereye gitti? Belki de W.B. Yeats’in Auden şiirindeki gibi kışın cansızlığında gözden kayboldu.
Marianne Moore'a dönecek olursak:
Şiiri ben de beğenmedim. Yine de, şiiri gerçekten hakir görerek okuyan birisi her şeye rağmen şiirde bir gerçeklik bulur.
Ve şunu söylemeliyim ki, bu gerçeklikten daha fazlası olarak şiirsel yaratım, bulunduğu dünyanın dışına çıkarılması, dershanelerde ve onu belirli bir ruha veya yeteneğe dayanmaksızın yalnızca bir diplomaya sahip olduğu için yazabileceğini düşünen kadın ve erkekler tarafından çok büyük bir miktarda tüketilmesi nedeniyle tehdit altında gözükmektedir. Wallace Steven, bir zamanlar şiiri çalıların arasında kaybolan bir sülün olarak tanımlamıştır. İnsan arada bir çağdaş şairlerin iyilerinin elinden çıkan işlerde bir ani ışıltı yakalayabiliyor, fakat bu etli ve lezzetli kuş toprakta özgür bir şekilde dolaşıyormuş gibi davranmak o kuşu saklandığı yerden çıkarmayacak, ne şu sıralar, ne de gelecekte – belki hiçbir zaman.
Çeviren: Gökçen Yılmazlı