Tarihte devlet kurumları arasında rekabete sık rastlarız. Bu bazen kurum mensuplarının geleneksel olarak farklı klanlardan, bölgelerden seçilmesi sebebiyle olur, bazen ülkenin yönetim biçiminin yarattığı doğal çatışmadan. Sözgelimi, Amerika’da federal yönetimle yerel yönetim arasında sürekli bir yetki kavgası vardır; kolluk kuvvetlerinden ulusal güvenlik meselesine birçok alanda zaman zaman sürtüşme yaratır.
Bu rekabetlerden ülkesini en çok etkileyeni ise, Japon İmparatorluğu döneminde, ordu ve donanma arasındaki rekabet olmuştu. Ülkenin sınırlı kaynaklarının hangi şubeye daha fazla ayrılması gerektiği ekseninde süren rekabet, bu iki kurumun rakibinin önde gelen komutanlarına suikastler düzenlemesine dahi sebep olmuştu. Öyle ki, Japon Ordusu kendisine küçük bir donanma kurmuş, Japon Donanması da kendisine özel amfibi piyade birlikleri teşkil etmişti. Silahlı kuvvetlerin bu iki şubesi o kadar ciddi bir rekabet içindelerdi ki, giriştikleri çatışmaların sonucunu dahi birbirlerine bildirmiyorlar, imparator nezdinde sürekli lobi faaliyeti yaparak diğeri aleyhine çalışıyorlardı.
Sonuç? Japon uçak gemilerinin hepsinin batırıldığı bir ortamda, anavatana yakın Okinawa’nın ABD’lilerce işgali sonrasında, gelmiş geçmiş en büyük savaş gemisi Yamato, bu iki şube arasındaki rekabete kurban edildi. Uçak gemileriyle hava hakimiyeti sağlayan ABD’ye karşı denizden bir harekat yapılması kararı, bu rekabetin bir neticesi olarak, oldukça kusurlu verildi. Tarih, Japon generallerin, “Yamato ne işe yarıyor? Boş boş oturan beceriksiz amirallerin oteli mi olacak?” dediğini kaydediyor. Nihayet Yamato yalnızca Okinawa’ya kadar gidecek yakıt alıp, adaya ulaştığında karaya oturup sabit bir topçu mevzii görevi görmek üzere yola çıktı. Ancak hedefine ulaşamadan Amerikan uçakları tarafından batırıldı. Silahlı kuvvetlerin iki şubesi arasındaki rekabet, bu anlamsız operasyonda binlerce Japon denizcinin ölmesi ve elde kalan en önemli deniz silahının yitirilmesiyle sonuçlandı.
Türkiye’de yine benzer bir rekabet görüyoruz. Dünün “paralel devlet”i, aslında, İslamcıların “devlet”ten intikam almak için, “devlet-dışı” yollarla devlete sızma girişimiydi. Paylaşımda anlaşmazlığa düştüklerinden ayrıldılar ve şükür ki, paralel devleti oluşturan örgüt nihayet terörist addedildi ve temizlenmeye başlandı. Fakat İslamcı geleneğin bedevi temayülleri devam ediyor. Devleti bir toplumun objektif ve kapsayıcı aygıtı değil, ihalelerin üzerinden dağıtıldığı bir web sitesi, bir pazar yeri gibi görüyorlar. Alışkanlıklarını devam ettirerek devlet kurumlarının geleneklerine, uyumuna tecavüz ediyorlar.
Bunun son örneği Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım’ın akıllara zarar paylaşımı ve ona verilen eşit çılgınlıkta tepkiler. Bir ülkenin en yüksek mahkemesiyle İçişleri Bakanlığının böyle bir rekabete her ne gerekçeyle olursa olsun girmesi, o ülkenin kaynaklarını hiç uğruna heba edecek hale gelmesidir. Kaldı ki, İçişleri Bakanı’nın tansiyonun önceki evrelerinde yaptığı açıklamalar, düelloya davet eder tavrı kabul edilemez. Her iki kurum da, İslamcılarla, Erdoğan’a biat edip onun kişisel çıkarından başka hiçbir prensip, hiçbir hudut tanımayan adamlarla dolu.
Polislerine uyuşturucu tacirleriyle ilgili “şöyle yapın, böyle yapın faturayı da bana kesin” diyen bir adam, mesela, hem İçişleri Bakanı olmayı hak etmiyordur, hem de hukuk fikrinden zerre anlamıyordur. Kolluk ceza veremez, yargılayamaz. Kolluk eli palalı ak-it çetesi de değildir, uyuşturucu taciri şüphelileri bile olsa, herhangi bir kesimin üzerine av köpeği gibi salınamaz. Üniformalı meslekler devlet ciddiyeti ve yüksekliğini temsil ederler, buna yakışır bir vakarla yönetilmelidir.
Bugün Kadir Şeker ceza aldı ve insanlar beraat etmesini istiyor. Kendisine dair daha önce yazdığım yazıda, Kadir Şeker’in bir figüran olduğunu, hukuk ve adalet anlayışımızın epey kusurlu hale geldiğini anlatmıştım. Olayın her evresi, ortalama insanımızın hukuktan ve adaletten anlayışının, haklı ve haksız sair sebeplerle, ne kadar hastalıklı olduğunu gösteriyor. İnsanlar kendi adaletini temin fikrine çok sıcak bakıyorlar ve bakıyorlar diye büsbütün suçlanmayı da hak etmiyorlar: Bizzat devletin başı aynı fikirde. Hukukun ve adaletin bireylerin doğrudan kontrolünde, hiçbir objektif sınırlama yahut bakış olmadan işlemesi gerektiğini düşünen bir Erdoğan var, Anayasa’yı bir kere delmekten bir şey çıkmaz diyen geleneğin devamını temsil ediyor.
Kadir Şeker’in beraat etmesinin istendiği ve geniş yankı bulduğu bir ortamı, Anayasa Mahkemesi üyesinin hukuk-dışı bir yolla, olumsuz imalarla hükumete ayar verdiği ve hükumetin karşılığında bizzat “mahkeme” kavramında saldırdığı, gazetelerin bayrak direğine adam asma çağrısı yaptığı bir ortamla birleştirin. Ortak ve yüksek olanı, hepimize eşit mesafede olanı, sübjektiflik ve duygusallıktan sıyırmaya çalışıp, nesnel konumlandırmaya çalıştığımız her şeyi yitirdik. Hem vatandaş algısında, bilinçaltında yitirdik, hem de devleti yönetenler nezdinde. Artık istiyoruz ki, her şey bir telefonla çözülsün, kurallar, kaideler olmasın; işimize gelen, o an pragmatik olarak tercih edilir olan, hemen halledilebilsin.
Mesela, tek adam rejiminin karar almayı hızlandırdığı konuşulur durur. Hızlı karar alınması iyi bir şey midir, kimse düşünmez. ABD’de, mesela, kanunların çıkmasını kasten geciktiren süreçler vardır ki, zorla da olsa değerlendirilebilsin, kimse anlık kanunlarla kendisine anlık avantajlar yaratamasın. Mutlak monarkların kişisel yargısı sistemine dönüş yaşıyoruz ki, onları dahi sınırlandıran kaideler, sözleşmeler, kurallar vardı. Kırsalda eşkıyanın, şehirde mafyanın, kenar mahallede kabadayının düzenlediği bir tuhaf, ilkel ama “cemaat üyesi”ni memnun eden bir hukuk mantığı vardır. Devlete kabadayı hukuku yerleşiyor.
Çatışmanın her iki cephesi de kural, ciddiyet, hukuk, devlet kavramlarına uzak. Bu çatışma, peki, Türkiye’ye ne kaybettirecek? Bizim Yamato’muz ne? Sınırlarımızın beş metre ötesinde ilk halife kim olmalıydı tartışmasından ötürü adam kesiliyor. Hemen bütün komşularımız ya işgal edilmiş durumda, ya açıkça halkına zulmeden rejimlerden müteşekkil. Bu ülkelerden insanlar, Türkiye’ye “özgürlük turizmi”ne gelirlerdi. İşte Türkiye’yi İran’dan, Irak’tan, Suriye’den ayıranı, Ermenistan’dan, Gürcistan’dan ayıranı kaybediyoruz. Yamato’muz insanların “peh” diyerek tepki verdiği “Cumhuriyet Kazanımları”dır, millet olma halimizi yitirdiğimiz gibi, artık “devletli millet” özelliğimizi, devletimizi de yitirdik.
Başımız sağ olsun.
M. Bahadırhan Dinçaslan