M. Bahadırhan Dinçaslan
Ortaçağ Avrupa’sında tarihsel seyir içinde yayılan miras sistemi “primogeniture”, ilk doğan erkek çocuğun soylu babasından kalan toprak mirasının tamamını alması anlamına geliyordu. Bu sistemin en eğlenceli tarifini şöyle yapabiliriz: İlk çocuk toprağı, ikinci çocuk kılıcı miras alıyordu. Üçüncü doğarsa kiliseye gidip dördüncü doğmasın diye dua ediyordu.
Evet, bu miras sisteminde ilk doğan erkek çocuk toprağın bölünmesini engelleyerek daha istikrarlı feodal ünitelerin teşkil edebilmesini sağlıyor, “lord”luğa devam ediyordu. Ancak diğer kardeşler de, toprak miras alamasalar bile, soyluydular. Bunların bir şekilde -ve soyluluğa yaraşır biçimde- istihdam edilmesi gerekiyordu. Küçük kardeşler asker, bürokrat vb. olarak istihdam edildiler. Nüfus fazlası ise, kiliseye gönderildi. Manastırlarda dini eğitim aldılar.
12 ve 13. Yüzyıllarda bu “soylu çocukları” bir sınıf teşkil ettiler: Goliardlar. Goliardlar manastırlarda dini eğitim alan öğrencilerdi, ancak meşhurlukları bundan ileri gelmez. Ortaçağ Avrupa’sında dinle en çok dalga geçen, en cesur metinler bunların kaleminden çıkmıştı. Katolik ayinleriyle dalga geçen ritüeller uyduruyor, çoğunu Carmina Burana’dan bildiğimiz metinlerde din adamlarıyla ve dinin kendisiyle epey kafa buluyorlardı.
Goliardların bu kadar cesur ve din karşısında alaycı olmalarını ekseriyetle soylu çocuklarından müteşekkil olmalarına bağlayabiliriz. Zira bu çocuklar için manastır bir “zaruret”ti, arzuları hilafına oraya gönderilmişlerdi. Üstelik “profane” yani tapınağın dışındaki hayata dair epey malumat sahibiydiler. İçkiyi, kumarı, zinayı tanıyorlardı – hatta bir kısmı zorla manastır eğitimine gönderilmeden önce bunları epey tatmıştı. O yüzden In Taberna’da (Meyhanedeyken) pagan tanrısı Bachus adına zar attıklarını görebiliyoruz, mesela.
Günümüz Türkiye’sinde imam-hatipler de Goliardlarınkine benzer manzaralar yaratıyor. Giden çocukların ekserisi bu okullara zaruretten gidiyor: Sürekli olarak yeni imam-hatip okulu açılıyor, ailelerin dini hassasiyetlerine hitap ediliyor, çocuklar hem fiziki yakınlığı, hem alternatifsizlik, hem de “dinini öğrensin” denerek bu okullara gönderiliyor. Ancak imam-hatip dışındaki dünyadan da soyutlanmış değiller; emsalleriyle aynı oyunları oynuyor, aynı sosyal medya mecralarında “takılıyor”, aynı kent alanlarında geziyorlar. İçinde bulundukları zaruret hali onları normalde olmayacakları kadar dine tepkili bir hale getiriyor – öyle Karakoç’un İmam-Hatiplilere ithaf ettiği Müjde şiirindeki gibi altın ve pür-nur bir neslin yetiştiği yok. Aksine, bu paralel eğitim kurumlarında hapis olmaktan sıkılmış ve bu yüzden dini alaya alan ve hatta dine tepki geliştiren bir nesil var. Din zaviyesinden bu sorun değil, ancak bu kadar tepki dolu ve radikalleşmiş bir gençliğin Türkiye’ye zarar vereceği ve “engellenmişlik” hissinden ötürü sapıklığa meyyal olacağı da bir hakikat.
Öte yandan “dinini öğrensin” talebinde de bir mahzur var. “Sosyal medya hesabı aracılığıyla tanıştığı üniversite öğrencisi genç kadına cinlerin musallat olduğunu belirterek sirkeli su içirip cinsel saldırıda bulunduğu iddia edilen 26 yaşındaki üniversite öğrencisine 19 yıldan az olmamak üzere hapis cezası istemiyle dava açıldı.” Bu ifadeler, geçtiğimiz yıllardan bir habere ait. İki üniversite öğrencisi var bu hikayede ve habere göre genç kadın, kendisine cinlerin musallat olduğunu düşünerek failin evine gidiyor, etki altına alınıyor ve cinsel istismara uğruyor. Üniversite eğitimi almış, çocuk da olmayan bir kadın için “istismar” tabirini kullanmak doğru mudur? Belki de doğrudur. Bu genç kız, tecavüzcünün tuzağına kendi “hata”sından dolayı değil (zaten tecavüzde kurbanın hatasından söz etmek mümkün değil), geçtiği tedrisatın onu böyle bir sömürüye açık hale getirmesinden dolayı düştü. Nasıl?
Kathleen H. Corriveau ve arkadaşlarının yaptığı şahane bir deney var. Dindar ve dindar olmayan ailelerden gelen çocukları toplayarak bu deneyi gerçekleştiriyorlar. Anaokulu çağındaki çocuklara önce iki kutu gösteriyorlar, birinin üzerinde tahtaya yazı yazan bir öğretmen resmi ve “gerçek” ibaresi, diğerinde resim çizen bir flamingo resmi ve “kurgu” ibaresi var. Çocuklara, “önünüzde iki kutu var, size verilen fotoğrafları gerçek karakterlerse ilk kutuya, gerçekdışı karakterlerse diğer kutuya koyun” diyorlar, hakkında kısa bilgiler aktararak Edison gibi tarihi ve ünlü insanlar ya da masal karakterlerinin fotoğraflarını veriyorlar. Çocuklar bu fotoğrafları gerçek ya da kurgu kutularına koyuyorlar.
Daha sonrası deneyin kırılma noktası. Çocuklara gerçek, dini ve fantastik olmak üzere üç farklı türde öyküler anlatıyorlar ve bunları gerçek ya da kurgu olarak sınıflandırmalarını istiyorlar. Dini öyküleri İncil’den alıyorlar, öyküdeki sıradışılık ya da gerçekdışılık “tanrı müdahalesi” ile belirleniyor. Gerçek öykülerde hiçbir doğaüstü durum yok. Fantastik öykülerde ise gerçekdışılığın kaynağı sihirli güçler ve benzeri motiflerle açıklanıyor.
Çocuklardan bu öyküleri tasnif etmeleri istendiğinde belirgin bir ayrışma gözlemleniyor: Dindar olmayan ailelerin çocukları, evet, gerçekçi öyküleri gerçek, dini öyküleri kurgusal olarak tasnif ediyorlar. Dindar ailelerin çocukları ise dini öyküleri, tanrı fikrini rasyonel gördükleri ve hikayelere aşina oldukları için, gerçek kabul ediyorlar. Ancak sorun üçüncü sınıf öykülerde: Dindar ailelerin çocukları fantastik öyküleri gerçek olarak işaretlemeye meyilliler. Neyin gerçek, neyin fantastik olduğunu ayırt etmede ciddi güçlük çekiyorlar. Gerçeklik ve fantastiklik-akıldışılık-gerçekdışılık algıları sorunlu.
Dini eğitimin ve “dini bilen bir toplum” yaratma arayışının topluma faydası sıfırdır. Bunun ötesinde, küçük yaşlarda dini eğitim, yukarıda bahsedilen manzaraya yol açıyor; daha sonra pozitif eğitim alsalar bile, dini eğitimin bilinçlerinde yarattığı sorunlu alanlar, düşüncelerini ömür boyu etkiliyor. Gerçek/gerçekdışı algısı gelişmemiş çocuklara öğretilen doğaüstü motifler, onların sanrılara kapılmasına, yalan ve gerçeği ayıramamasına, hülasa AKP’li olmasına neden oluyor.
Hal böyleyken, imam-hatiplerin yarattığı paralel eğitim ağı, Türk çocukları için birer hapis, yaşıtlarının özgür ve cazip dünyasından zorla ve din adına uzak tutulma hissi yaratıyor. Bu his, bu çocukların psikolojisini elbette bozar ve sapıklaşma ihtimalleri yükselir. İşin içine çocuklara din eğitimi vermenin mahzurları da girince, evet, imam-hatipler doğaları gereği sapık yetiştirme kurumlarına dönüşür ve bu kadar basit bir gerçeği tespit etmek, toplum adına endişe duymak gibi bir hasletin emaresi olarak onaylanacağı yerde tutuklanmayla sonuçlanıyorsa, sapıklar yargı sistemimize tesir etmeye başlamış demektir.
İmam-hatipler en geç yarın kapatılmalıdır.
Daha önce bir youtube yayınında çocuğunuzun radikal dini görüşlerden etkilenmemesi için ons İslam dinini öğreteceğinizden bahsetmiştiniz. Takip ettiğim kadarıyla sizi din eğitimini ( dinin ne olduğunun, dini motiflerin vs öğrenilmesini) destekleyen, dini eğitime ( gerçeği dine dayanarak ve din gözlüğüyle bakarak açıklayan eğitime) karşı çıkan bir kişi zannediyordum. Ancak bu yazıdan din eğitimine kökten karşı olduğunuzu anlıyorum. Din eğitimi / dini eğitim hakkındaki görüşleriniz daha teferruatlıca açıklar mısınız?
İmam-hatipler en geç yarın kapatılmalıdır.BUDUR
Emegine saglik , dincilerin sanrilarina bir yolculuk gibiydi . makale ayrica entelektuel bilgi düzeyimizi güclendiriyor, kalemine saglik .