Millet İttifakı’nın “Cumhurbaşkanı adayı kim olacak?” tartışmaları, uzun süreli sessizlik ve ertelemenin sonunda, nihayet beklenen Kılıçdaroğlu dayatmasının iyice belirginleşmesi üzerine, “seçilebilirlik” üzerinden kızışmıştı. Kılıçdaroğlu’nun iyi/kötü/doğru/yanlış olup olmasından bağımsız olarak, “seçilebilir aday olmadığı” argümanları, çoğu zaman kırıp dökmekten de kaçınarak dillendiriliyor ve muhalefetin bu hataya düşmesinin önüne geçmeye çalışanlar, alternatif aday isimlerini öne sürüyorlardı.
Bu siyasettir. Kazanabilecek aday belirleme sürecinin doğasında böyle tartışmalar vardır ve yapılması tuhaf -ve AKP dilinden çalıntı- bir ahlakçılık/davaya ihanet söylemiyle gölgelenemez. Fakat bu tartışmadaki temel sorun, herhalde objektif referansların eksikliğiydi: Kimin kazanabileceği sorusunu en kolay anketlere bakarak cevaplayabilirsiniz ve herkesin kendi anketi var. Gaipten haber vermenin imkansızlığı ve tahminlerin üzerine oturacağı temellerin güvensizliği sebebiyle bu tartışma bir debelenmeye dönüştü. Bu tür durumlarda hep olacağı gibi, meseleyi “demokrasi”nin(!) çözmesini bekliyordum, objektif referansların ve iknanın olmadığı hallerde, iki farklı tercihi tutan taraflar birbirlerine “Kılıçdaroğlu aday olmalı” – “Kılıçdaroğlu aday olmamalı” diye bağıracaklar ve sesi en çok çıkan, en kalabalık kesim, diğerini susturacaktı.
CHP içindeki eşhasın birtakım çıkışlarıyla tartışma bu eksenden uzaklaştı. “Seçilebilirlik” tartışması bir anda “HDP’yi dahil etmek/etmemek” tartışmasına, yani Erdoğan’ı gönderme zaruretiyle bir araya gelmiş ittifak/masa üyelerinin en önemli fay hatlarından birine oturdu. HDP çıkışı yapanların öncüsü Gürsel Tekin’in daha sonra gelen “CHP Genel Başkanlığına aday olabilirim” açıklaması bu bağlamda manidar. Türkiye’de bazı partiler doğrudan güçlü ve hatta katı sosyolojiler üzerine oturuyorlar ve yok olmaları imkansız gibi, her devirde öyle ya da böyle bir güç arz ediyorlar. CHP de bunlardan birisi, seçim kazanılamasa bile CHP var olmaya, makam, vekalet ve rant sağlamaya devam edebilecek. Kılıçdaroğlu’ndan kurtularak onu bir üst makama terfi ettirirken saha hakimiyetinden uzaklaştıran bir taktik, C. N. Parkinson’un zamansız eserinde sık sık belirttiği gibi “siyaseti insanların yaptığı” hakikatini tekrar gözümüze sokuyor. Pekala bir siyasetçi yahut grup için Kılıçdaroğlu’ndan kurtulmak, çok daha küçük ölçekte, CHP gibi güçlü bir partinin hakimi olmak senaryosuna hizmet edebilir ve bu senaryonun kazanımları dışındaki hususlar bu ekibin hesaplarına dahil olmayabilir.
Bu ortamda, bir süredir sağlı sollu salvolarla milliyetçiliğe, özellikle seküler milliyetçiliğe ve bu duruşun getirdiği hassasiyetlere salvolar var. Bu salvoların kimisi yukarıdaki ekipten geliyor, onların hesabının "başka" olduğunu belirttik, ancak bu "ekip"ten olmayan kimileri de kendilerince ikna oldukları hususlardan yola çıkarak eleştirilerine devam ediyorlar.
Birikim'de Cuma Çiçek bu yeni siyaset düzleminde milliyetçiliği bir bariyer olmakla itham ederken, doğru bir noktaya temas etmiş: "(...)Zira, %50+1 oy gerektiren başkanlık sisteminde ortalama %12 bandında oy olan bir siyasi hareketin hâkim siyasi bloklar arasında rekabeti artırma gücü bulunurken, parlamenter sistemde sürekli oyun dışında tutulma kalma olasılığı bulunuyor." Evet, HDP bizzat Erdoğan tarafından etkili bir aktör haline getirildi ve bunun hesaplanmamış olması bana imkansız geliyor. HDP, Erdoğanın hesapladığı denklemlerde, yaklaştığı yapıyı parçalayan, bozan ve şümulünü engelleyen bir aparattır. Herhalde en büyük dersi kendisi aldı. HDP ile ortak geliştirdiği Çözüm Süreci projesi, ilk defa tek başına iktidar kuramaz hale gelmesine neden oldu ve bu hatırayı silmek için Türkiyede bombalar patlaması, şahin çıkışlar yapılması ve kamuoyunun hafızasının çalkalanması gerekti.
Hal böyleyken, “Kürt hareketi” denen nanenin ne idüğü ve ona sempatik bakanların kendi beyanlarındaki siyasi görüş, prensip ve değerlere ne kadar uygun olduğu tartışması bir kenara, %10 civarında oyuyla bir tür “seçmen ağalığı” ile “uzlaşmaz azınlığın tahakkümü”nü kurmaya kalktığı kesindir. Ancak bu kalkışma, “Türkiye’nin geri kalanı” gibi bir duvara tosluyor. Türkiye’nin geri kalanı HDP’yi ve temsil ettiği duruşu sevmiyor, onunla ortaklaşabilecek hiçbir değeri, zemini yok. Var olduğu iddia edilen “Kürt sekülerleşmesi”, mesela, “Kürt davası” uğrunda tarikat liderleri, islamcı kanaat önderleri gibi figürlerle omuz omuza yürümekten gocunacak bir tutum değil, köyden kente göçen yığınların hepsinde olduğu gibi geleneksel dini aidiyetlerden kopuşun zayıf ve arabesk soslu bir tezahüründen ibaret.
Hal böyleyken ve farklı kumaşlardan yığınla kararsız seçmen nişi, toplamda dev bir cüsseye tekabül edebilecek "disillusioned" sağcı seçmen grupları varken ve CHP Millet İttifakı bünyesinde son safhaya gelene dek bu gruplar nezdindeki alerjik imajını düzeltmiş; hülasa nihayet AKP'nin altındaki zemini değilse bile halıyı çekmek mümkün hale gelmişken HDP'nin çok lüzumluymuşçasına zaruri aktör olarak sunulması, bir yeni siyasetin işaret fişeğidir. Bu siyaset, adaylığını kabul etmediğimiz ancak bizim için nefret objesi olmayan Kılıçdaroğlu'na da ondan kurtulmak için bir tuzak kuruyor.
Bu siyasetin planları tutarsa, Erdoğan ve onun temsil ettiği yapı/görüş, on yıllar boyunca iktidarda kalacak ve yukarıda bahsedilen katı sosyolojilerden beslenen iki parti, CHP ve HDP, iktidar ümidi olmayan, fakat yerel iktidarlar kurabilen, rant ve nüfuz sağlayabilen, yok edilmesi imkansız ancak büyümesi de genetik olarak engellenmiş bir tür kalıcı muhalefete dönüşecek. Ortada bir plan, oyun, "komplo" varsa komplonun en büyüğü budur.
Bu komploya, her ne kadar bu misyonu tam anlamıyla üstlenmekten kaçındığı için eleştirsem de, seküler milliyetçi reflekslerin kendisini manifesto ettiği İYİ Parti'nin bir baraj kurması, Erdoğanın gitmesi için oluşması zaruri olan denklemin kurulması için elzemdir. HDP'nin kerameti kendinden menkul önemi ve işlevlerine kayıtsız bakan insanlara, ideolojik çerçevesi bambaşka olan insanlara bu ideolojik çerçevelere saldırıp çürütmek yerine, örtülü bir stratejiyle HDP'nin "haklılığı" paylaşılan bir ön kabulmüş de, bu insanlar kişisel kaprislerden ötürü böyle bir tavır alıyormuş gibi eleştiri yöneltmek de kurnazlıktır.
İyi ki seküler milliyetçi bir baraj var.
M. Bahadırhan Dinçaslan