Rivayet bu ya, Atatürk Neyzen’e sormuş, “Sen devr-i istibdadı da gördün, bizim iktidarımızı da. Aralarındaki farkı nasıl anlatırsın?” Neyzen şairane bir cevap vermiş: “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti / Yumruk yine o yumruk varsa bir el değişti.”
Şu sıralar gözlemlediğim böyle bir vaziyet var: Millet İttifakı’nın öyle tercihleri oluyor ki, AKP olsa yine aynı isimleri tercih ederdi diyorsunuz… Yahut vaktiyle AKP’nin tercih ettiği isimleri tercih ediyorlar. Bazen de, “AKP’li tipolojisi”ne fikriyle, zikriyle, tutumuyla uyan insanları görüyorsunuz; muhalifler haliyle bundan rahatsız oluyorlar.
Elbette AKP seçmenini tatmin etmek gerekir. Ancak muhalefetin amacı yalnız iktidarı değiştirmek değil, Türkiye’de bir zihin ve ahlak dönüşümünü sağlamaksa, AKP’li tipolojisiyle bu işler yürümez. AKP’ye oy verenler, karşısına aslın sureti çıkarılarak ikna edilecekse, bizzat seçmenin sorunlu algısı ve bu algının istismarıyla pekişen iktidar manzarasından hiçbir şey değişmeyecek demektir. Duruşuyla, söylemiyle, önerileriyle AKP’li seçmene alerjik gelmeyen, ancak AKP tipolojisine uymayan insanlar yaratmak bu kadar mı zor da, klasik Türk-İslamcı zihniyetin ülkenin temel ve kronik sorunlarına hiçbir çözüm vaat etmeyen hamaseti siyasette bu kadar etkin halde? Öyle ki, CHP’de, İYİ Parti’de, belediyelerde; hemen her yerde aynı tipteki insanı görmek mümkün, bir fotokopi makinasından çıkmış gibiler.
Vaktiyle bir siyasi toplantıya giden ağabeyime “falanca da oradaymış, tanışmanızda fayda var” demiştim. Bulmak için tarif etmemi istemişti; “50’li yaşlarda, saçları kır, tepeden dökülmüş, hafif bıyıklı, göbekli…” Sözümü gülerek kesti: “Bu salonda bu tarife uyan 100 kişi var.” Eh fiziksel özelliklerimiz az çok birbirimize benzer, meselemiz fiziksel benzerlik değil, ama zihin haritasını çıkarınca da o tarife uyan yüzlerce insan siyasetin her kademesini dolduruyor.
İki önemli belediye başkanının çok tehlikeli bir zemine oturduğunu görüyorum: Onları doğru kadrolar kurdukları, doğru işler yaptıkları için değil, “bizim adamımız oldukları” için savunuyoruz artık. Seçmen talebi, tutumu ve beklentisi siyasetçiyi etkiler: Ya onlar da bizim peşimize takılır, siyasi manevralarını büsbütün bunun üzerine kurarlarsa? Bu işin mahzurlarından biri, “bizim adamımız”ın “onların adamı” ile mahalle kavgasına tutuşması durumunda, kalabalık mahallenin kazanmasının garantilenmesi. Hangi mahallenin daha kalabalık olduğunu tarife gerek yoktur herhalde. Bir diğer mahzur da, muhalif kitlenin desteğini koşulsuz, hesapsız bir şekilde arkasına alan bu önderlerin, alanlarını genişletmek için yukarıda saydığım tipleri etraflarına toplamaları.
Siyasetçinin nicelik hesabı yapmasında –hiç değilse mevcut sistemde- pek bir kusur yoktur. Fakat bu hesabın çerçevesini ana kitlesi belirlemeli, muhalifler bu tavırlarıyla bu çerçeveyi belirleyemiyorlar. Büyük bir heyecanla (ve emekle) kazandığımız belediyelerde, büyük bir özveriyle desteklediğimiz partilerde gördüğümüz insanlar, o emeği verirken arzu ettiğimiz insanlar mı?
Sazda tel değiştireceksek, neden siyaseten aktifiz ki? Yahut, mevcut sazın tellerinden çıkan ses daha çok para ediyorsa, bizi oraya biat etmekten alıkoyan nedir? Eğer siyasi görüşümüz ve ahlak anlayışımızsa, siyasi görüşümüz ve ahlak anlayışımızı paylaşan insanların bizim omuzlarımızda yükselmesini beklemek en doğal hakkımız değil mi? Evet, muhalif seçmen “bizim adamımız” diye savunmaya başladı, ama tek suçlu o değil, memnuniyetsiz ve haklı gerekçeleri var.
Seçim atmosferine girdiğimizde, Tayyip Erdoğan’ın en çok kaşıyacağı hassasiyet bu olacak: Memnuniyetsiz muhalifler. Kimseyi somut veriye dayalı olmadan itham etmek istemiyorum ama muhalif pastadan başka yerde payı olmayan partilerin kurulmaya başlaması bunun şimdiden hazırlandığını gösteriyor. Sürekli iyi niyetle, hatta Polyannacılıkla “önünde bulduğu” muhalif aktörün arkasına geçen muhalif kitlelerin bunu nereye kadar sürdürmesini bekliyoruz? Tayyip Erdoğan’dan nefret etmek bunun sürdürülebilir olması için yeterli midir? İnsanlar pekala “nefret ediyorum ama evimde oturup nefretimi kusmakla yetineceğim” diyebilirler – diyorlar da.
Bir yandan AKP politikalarını aşağılıyoruz, beş para etmez adamların yüksek mevkilere getirilmesini haklı olarak eleştiriyoruz. Bilinçaltımızda, hatta, itiraf etmek gerekir ki üstünlük hissimiz var. Kendimizi iyi eğitimli, “memleketin aydınlık yüzleri” olarak görüyoruz ve AKP’lileri karanlığın yüzsüz, müphem silüetleri olarak tarif ediyoruz. Çok haksız da değiliz; ama merak ediyorum, bu aydınlık yüzler arasından neden insanları heyecanlandıracak ve siyaseti arzu ettiğimiz şekilde yapacak kadrolar, takımlar çıkmıyor? Neden bizi üzmeden AKP’lilere hitap eden bir söylem gelişemiyor?
Soruyu basitleştirelim: AKP seçmeni çok güçlü bir şekilde “temsil edildiği”ni düşünüyor. Zaten olanca akıldışılığına rağmen iktidara destek vermesinin altında yatan neden bu; güçlü bir özdeşim kuruyor, özellikle Erdoğan’ı kendisinin uzantısı görüyor. Biz Erdoğan’ı acemice taklit etmeye çalışıyoruz artık, siyasi önderler kitleleriyle rabıtalarını Erdoğan gibi kurmak istiyorlar. Ancak onun kadar tatminkar değiller – neden? Neden muhalifler sürekli küstürülüyorlar? Erdoğan’ın başarısının sırrı, sanki, rol yapmamasında: Adam gerçek bir İslamcı, gerçek bir Kasımpaşalı ve bu bir iltifat değil. İşi daha ileri götürüp Hitler’den örnek verelim: Hitler, kitlelerin ancak ateşli nutuklarla sevk edilebileceğini, o nutukları da ancak ateşi içinde taşıyanların atabileceğini söyler; o da haklı ve bu da bir iltifat değil. Ama hakikat buysa, muhalifler rol yapan önderler tarafından sevk ve idare ediliyor demektir – bu da ufukta bir başka yenilgi var demek.
Topal ördek olmamak için, yeni “dip dalgası”nı, memleketin aydınlık yüzü olan, aktif, dirençli, hiçbir destek veya koruma bulamadığı halde AKP baskısıyla baş etme melekeleri geliştirmiş, yüksek seciyeli ve ahlaklı kitleyi doğru sevk ve idare lazım. Bunun yolu da o kitleye layık olma samimiyetinden geçiyor, halihazırda oy verdiği partiler ve yöneticilerden bu kadar şikayetçi olan kitlenin bu samimiyeti değil, AKP’li tipolojisini gördüğü için gelecek seçimlere artık “pili bitmiş” olarak girme tehlikesini görüyor ve bundan kaygılanıyorum.
M. Bahadırhan Dinçaslan