Tayyip Erdoğan’ın her sıkıştığında yeni bir icat çıkarmasından sıkıldık. Kah doğalgaz rezervi buluyoruz, kah yerli ve milli otomobil yapıyoruz, kah uzaya gidiyoruz. Aklıma Reyhani’nin ölümsüz hicvi düşüyor: “Eller Ay’a gider bizler haraba / Saklandı mücevher düştü türaba / Yine aynı öküz aynı araba / Ho babam ho, biz de Ay’a yaklaştık.”
Fakat şöyle bir düşündüm, müstebit rejimler Ay’a gitmek istediğinde ne oluyor? Uzay yolculuğu elbette riskler içeren bir iş, rejim müstebit olmasa ve herkes iyi niyetli, herkes bilgili ve adanmış olsa dahi riskler taşıyor. Ancak rejim müstebitse cinayete dönüşebiliyor: Sovyet Rusya, 1917’de gerçekleşen Sovyet devriminin 50. yılını (ah bu istibdadın yıl dönümü takıntısı!) ses getirecek bir uzay başarısıyla taçlandırmak için canla başla uğraşıyordu. Bu maksatla geliştirilen Soyuz 1 uzay aracının mühendislik ve kontrol ekibi üzerinde büyük bir baskı vardı. İki kozmonot bu iş için seçilmişti: Vladimir Komarov ve Yuri Gagarin. Aynı zamanda iki iyi arkadaş olan bu kozmonotlardan Komarov asıl pilot, meşhur Gagarin ise yedek pilottu.
Hem Komarov, hem Gagarin Soyuz modülünün epey kusurlu olduğunu rapor ettiler. Fakat kimse Brejnev’e iletme cesareti gösteremedi. Hatta modüle dair olumsuz rapor verenlerin çoğu kovuşturmaya uğradı. Rejim bir defa dıj güjlere gövde gösterisi yapmak planını ortaya koymuştu, eleştirenler ya halk düşmanıydı ya iç mihrak ya ajan. Komarov modülü uçurmasının kesin ölümle sonuçlanacağından emindi, yine de görevden vazgeçmedi. Zira rejimin yapacağı şov umrunda değildi, gitmezse dostu olan Gagarin’in öleceğini düşündüğü ve Gagarin’i dolaylı yoldan öldürmek istemediği için gitti. Gagarin, uçuş saatinde fırlatma sahasına gelmiş, kahraman imajını kullanarak zorla Komarov’un yerine uçmaya çalışmıştı – iki dost, kendi aralarında diğeri ölmesin diye çekişme yaşıyorlardı.
Sonunda Komarov baskın çıktı ve Soyuz 1 fırlatıldı. Fırlatma anından itibaren rapor edilen aksaklıkların hepsi yaşanmaya başladı. Usta kozmonot elinden geleni yaptı ve dünya etrafında birkaç defa turladıktan sonra, birçok motor ve yer-yön tayin aygıtı çalışmamasına rağmen tekrar atmosfere girmeyi başardı. Fakat nihai olarak hız kesme paraşütü de çalışmadı ve Komarov büyük bir hızla dünyaya çakıldı. İlginçtir ki, Komarov’un son sözlerini NATO’nun Türkiye’de bulunan dinleme istasyonu kaydetmişti – kabindeki sıcaklığın arttığını söylüyor, onu bu kapsüle sokanların geçmişine sövüyordu. Komarov’dan geriye, otuz santimlik kömürleşmiş bir kütle kaldı.
Bir işin doğru yapılıp yapılmadığına dair eleştiriler, normal bir rejimde vatanseverlik göstergesidir. Mesela ordunun PKK ile mücadelesinde aksayan yanlar hem Meclis’te hem medyada ele alınmalıdır ki, vatandaşın canı ve vergisiyle, vatandaşın canına, malına, hürriyetine göz dikenlerle mücadele edilirken tek bir kuruş bile heba edilmesin, tek bir can dahi boşa kaybedilmiş olmasın; annesinin karşısına çıktığımızda üzüntüyle de olsa, samimiyetle, “oğlun vatan ve millet için can verdi” diyebilelim. PKK’nın elinde çözüm süreci döneminden kalma esirler varsa ve yapılan operasyon ancak bu esirlerin hainler tarafından infazıyla sonuçlanıyorsa, mesela, hem çözüm sürecini hem de mevcut operasyonu masaya yatıralım ki, bir daha hiçbir can boşa kaybedilmesin. Fakat müstebit rejimlerde bu tür eleştiriler hainlik alametidir; tam olarak bu yüzden canlar –boşa demek istemiyorum zira planı, projeyi yapan ahmak dahi olsa, Alfred Tennyson’un dediği gibi “Onlara düşen nedeni sorgulamak değil, emri yerine getirmek ve ölmektir” ve hiç değilse bize ibret olarak yine bir işe yaramış olurlar- kaybediliyor.
O halde düşünüyorum, Ayasofya imamının cumhuriyete meydan okuduğu, şeriat isterük seslerinin dört köşeden geldiği şu günlerde, şeriatçı rejimler Ay’a gidebilir mi? Bu işin on yıllara sari bir birikim gerektirmesini, bugünden yarına olamayacağını geçtim, Erdoğan’ın asıl maksadının gündem oyalamak olmasını da geçtim, gerçekten gidebilirler mi?
Sovyetler vatandaşının gıdasını, yaşam standardını, hürriyetini yakıt edip uzaya çıkıyor, Ay’a gidiyordu. Evet, Sovyetlerin tank teknolojisi vardır, uzay teknolojisi, radar teknolojisi – ama ortalama vatandaşın hayat kalitesini yükselten doğru dürüst bir icadı, yeniliği yoktur. Sovyet bakiyesi uçak teknolojisi ve markalarından söz edebiliriz ama beyaz eşyadan söz edemeyiz. Ancak Sovyetler, “işe yaradığı sürece” bilimsel düşünceyi kullanabiliyorlardı. Vatandaş önemli değildi; fikri hakları ihlal edip “kapitalist dünya”dan teknoloji çalmak da öyle. (Bu ikincisi, mesela, yeni teknolojinin gelişmesi için gerekli teşviki ortadan kaldıran bir anlayış.) Piyasa sistemi olmadığından, üzerlerindeki yegane baskı “Kapitalist dünya ile rekabet”ti ve yalnız bu rekabette anlamlı olan teknolojiye sermaye ve zihin gücü yatırımı vardı. Dolayısıyla evet, müstebit rejimler uzaya gidebilirler, ama ne pahasına? Gerçek olan her zaman “doğru” yahut “iyi” olmuyor.
Pekala müstebit şeriatçılar? Onlar Sovyetlerden de beter durumdadır, zira işlerine geldiği yerde dahi bilimi araçlaştıramazlar. Ülkenin nüfusunun yarısının cinsiyetinden ötürü ikinci sınıf olup eve kapatıldığı bir manzarada, en parlak zihinlerin yarısını kaybedersiniz mesela, öyle “belki bayanlar bile uzaya çıkabilir” demekle olmuyor bu iş. Sonra, hasbelkader bir uzay projesi gelişse dahi, en fazla yatırımı uzayda namaz ve orucun şart ve nizamının belirlenmesi tartışması alır, zira şeriatın odağında kulluk ile, kulluk vazifesinin yerine getirilmesini kolaylaştırıcı bir ortam yaratma gayesi vardır. Astronotların yaşayabileceği sıfır yerçekimi yahut radyasyon kaynaklı sağlık sorunlarına dair araştırma yapılamaz çünkü şeriatçıların yönettiği ülkede evrim okutulmaz. Bu denli büyük bir projeyi kaldıracak ekonomi de oluşturamazsınız zira İslam hukuku özel mülkiyeti kabul ettiği için sosyalistleşemez ancak faizi reddettiği için düzgün bir ekonomi de yaratamaz. (Belki faizi Allah’ı kandıracak formlara sokan İslami Finans çevreleri buna bir çözüm bulabilir ama. Allah’a en çok inananların Allah’ın beş yaşında bir çocuktan bile kolay kandırılabileceğini düşünmeleri ilginç.)
Yani şeriat gelirse Ay’a maya çıkamazsınız, geçiniz o işleri. Dünya birkaç yüzyıldır bir düşünce sistematiğinin, bir zihin formatının yüzü suyu hürmetine dönüyor; hayatımızı kolaylaştıran, yaşamımıza katkı sağlayan maddi manevi her türlü gelişme o formattan çıkıyor. Bu formata Batılılık diyoruz, modernizm, sekülarizm, rasyonel düşünce, kamusal alan, çoğulculuk diyoruz. Bu format dışından gelen katkı, bu formatın yarattığı temellerde, onunla rekabet etmek için Batı’nın ürünlerini istismar eden çevrelerden geliyor – Rusya ve Çin gibi- ancak onlar bir şey yaratıyor değiller, yalnızca var olanı kullanıyor, formunu değiştiriyor ve bunu ortalama insanın iyiliği için değil, Kuzey Kore’de video oyun oynayabilen tek insanın Kim tosuncuğu olması gibi, bir avuç oligarkın faydasına kullanıyorlar. Fakat onlar bile şeriatçılardan üstündür zira hiç değilse kullanabilirler, şeriatçılar Kabe’de terörist faaliyet olunca Fransa’dan özel tim getirtir, haram beldeye girebilsinler diye yalandan şehadet söyletirler, sonra da en müslüman biziz diye övünüp cariyelerine anlatırlar.
Reyhani’yle bitirelim yine: “Yumuşak döşektir dünyanın adı / Bunda yatan cahil hiç uyanmadı / O eski irtica yine hortladı / Hu babam hu, biz de Ay’a yaklaştık.”
M. Bahadırhan Dinçaslan