Türk milliyetçiliğinin eski metinlerini okumak, dertlerimizin hemen hep aynı kaldığını düşündürüyor – dertler bu kadar tekrar ediyorsa, Türk milliyetçiliğinin çözüm yaratmakta aciz kaldığını da elbette. Türklerin dağınıklığı, Türklerin düşmanlarının hem teknik, hem cemiyet olarak kurdukları üstünlük, Türklerin buna tepki vermekteki çaresizliği… 100, 150 yıl önce Türkistan’ın ve Türkiye’nin birçok düşünürü bunlara kafa yormuşlar, bugün de bunlara kafa yormaya devam ediyoruz.
Türklerin en karanlık çağında Türkçülerin şahitlikleri karamsarken, Türklerin yaşayışına şahitlik eden yabancılar da öyledir. Charles Marvin’in, Rusya’nın Türkistan işgali dönemine şahitlikler içeren seyahatnameleri, mesela, Türkistan Türklüğünün “Vahşi Batı”nın Kızılderilileri gibi üstün teknoloji ve organizasyonel beceri karşısında yer yer hayran bırakan kahramanlık gösterilerine rağmen oldukça sefil bir hale düştüğüne dair ibretlik sahneler barındırır. Türkiye’deki Türkleri gözlemleyenlerse, keyfe düşkünlüğümüz ve bezginliğimize dikkat çekerler. Helmuth von Moltke’nin Türkiye Mektuplarında, mesela, tütünle iç içe geçen miskinliğimiz dikkat çekmiş:
(…)Derli toplu Türklerin en önemli işlerinden biri de keyif etmek, yani asude ve rahat bir yerde kahve, tütün içmektir. Böyle bir yeri mola verdiğimiz köyde buldum. Bir çınar düşün ki dev gibi kollarını hemen hemen yüz ayak uzaklığa kadar dümdüz uzatmış olsun ve yakınındaki evler bunların karanlık gölgeleri altına gömülmüş bulunsun. Ağacın kökünü taştan küçük bir setle çevirmişler, bunun altındaki 27 lüleden kol kalınlığında su fışkırıyor ve kuvvetli bir dere meydana getiriyor. Türkler işte orada bağdaş kurmuş oturuyor ve ... susuyorlar.
(…)
(…)Bu büyük icattan, yani tütün çubuğunun bulunmasından önce Türkler nasıl yaşarlardı acaba? İnsan bunu bir türlü düşünemiyor. Sahiden Osman, Bayezıt ve Mehmet'in arkadaşları ele avuca sığmaz bir milletmiş, at sırtından inmez, diyarlar ve şehirler zapt ederlermiş. Süleyman'ın gününden sonra yine de ara sıra komşularına musallat olmuşlar ama çoğu zaman oturan insanlarmış; bugün ise çoğu zaman tütün içen bir millet haline gelmişler, çünkü kadınları bile çubuk içiyor.
Charles Eliot ise birkaç on yıl sonra, 20. Asrın hemen başında, benzer tespitler yapıyor:
(...)Türk, bir köylü olarak, insanların en çalışkanı ve üretkenidir, bir asker olarak da en atılganı. Fakat açıkça görülüyor ki ele aldığımız birçok üstün niteliği sonunda atalet yaratmaya meyyaldir. Türk bazı şeyleri yapmak için çok gururlu, diğerlerini yapmak için çok aptaldır. Fatalizm telkin eden dini, çabalamanın anlamsız olduğu fikrine varmasına neden olur. Fakat Türklerin fıtraten tembel olduğu izlenimine kapılmamıza hepsinden çok neden olan hakikat, eğlencesinin sükunetten ibaret olmasıdır. Yörük durduğunda şarkı söylemek, dans etmek yahut Avrupalılar gibi oyun oynamakla uğraşmak istemez, yalnız sessizce oturup dinlenmek ister. Kaskatı oturup, hiçbir şey yapmayıp, hiçbir şey yapmak istememe kabiliyeti vardır - bize bu insandan çok hayvanca gelir. Saadet anlayışı -buna keyif der- gölgeye çekilip, tütün içip, akan suyun yatıştırıcı mırıltısını dinlemekten ibarettir.
Şair gözü, Türklerin bu miskinliğine bakınca, var olduğu andan itibaren sürekli olarak devinip durmuş bir milletin su başında uzanıp yorgunluğunu gidermek arayışını görür. Fakat ideolog gözü ciddi bir tehlike fark eder: Geçen yüzyıllarda hareketini, iştiyakını, ateşini ve hatta ruhunu kaybetmiş bir milletin, millet olma halini yitirip bir miskinler güruhuna dönüşmesi. Tam olarak bu yüzden “yakalayamamış”tır, sanayiyi yakalayamamış, ekonomiyi yakalayamamış, düşünceyi yakalayamamış ve nihayet devleti yakalayamamış. Edmund Burke’ün “Bir İngiliz’i köle olmaya razı etmek için en uygunsuz insan yine bir İngiliz’dir” sözü aklıma geliyor: İngilizlerin kurduğu Amerika kolonilerindekileri aşırı vergilere razı etmenin anlamsızlığı ve hukuksuzluğundan bahsederken böyle bir cümle kullanmıştı. Millet tanımı ve idraki ile devlet anlayışı çağın çok gerisinde kalmış ve barbarlaşmış Türkler arasında böyle bir cümle kurmak kabil midir? Aklım yine eski metinlere gidiyor, Mirza Elekber Sabir’e:
Zulmetsever insanlarız üç-beş yaşımızdan
Fitne göyerir torpağımızdan, daşımızdan
Tarac ederek bac alırız gardaşımızdan
Çıkmaz, çıkabilmez de bu adet başımızdan
Eslafımıza çünkü hakiki halefiz biz
Öz kavmimizin başına engel-kelefiz biz
Evet, Sabir “Turanlılarız” diye söze girip kendi kavmini böyle yeriyordu. O romantik şairlerin ahkamına konu olan üstün mizaçlı Türkler ortalarda yoktu, her baktığında bizzat Türkoğlunun dimağını ikrah ile dolduran bir sürü vardı.
Sabir ile aşağı yukarı aynı yıllarda Anadolu’yu gezen bir Türkçü, İzzet Ulvi Aykurt, Türk Yurdu’nda benzer şahitlikler kaydetmiş. Kayseri’ye seyahatinde ilginç sahneler paylaşıyor:
(…)Turan'dan taşıp buralara kadar gelen mert dedelerin çocuklan geldiği yerleri mazideki mevkilerini, her şeyi unutmuş gibiydi. Yeni asrın adetlerine sanki hayretle bakıyor. Ruhundaki kudreti uyutuyordu.
Ankara'yı doğrusu umduğum gibi bulmadım. Çoğu üstü topraklı evlerden ibarettir. Böyle olmakla beraber muntazam binalar da şurada burada göze çarpıyordu. Sokakları birçok yerlerde olduğu gibi dardır. Çarşı içinden geçiyordum. Bir adam dükkânının tahta kepenginin yanında bir yeri sokaktan avuç avuç aldığı çamurla sıvıyor, deliği tıkıyordu. Demek bu çamurlu manzara onu sıkmıyordu.
(…)
Ereğli, Bor sokakları çamur içinde evlerinin üzerleri toprak örtülüdür. Biraz himmetle yapılacak temizlikler, düzgünlükler de doğrusu yapılmamıştır. Mesela Bor’da çarşı içerisinden bol su akıyor. Suyun iki adım bu tarafı bataklık. Herkes kayıtsız nazarlarla bakıyor. Çamura, göle tesadüf ederse bükülüverip geçiyor. İhtiyaçlar asırlardan beri tevali eden elemler zavallıların ruhlarında bedayie, mehasine meyil duygularını yok etmiş. İntizam, güzellik, zevk bunlara galiba birer yabancı… Eğer kasabalarının hali kendilerini muazzeb etse idi elbette bu hal değişirdi.
(…)
Köylülerin çoğu yanık çehreli, cılız, bazan zevzek ve pek hileci idi. Zavallılar her isyana, her tecavüze koşmaktan, ihtiyaçlarla pençeleşmekten, bozuk yollarda çamurlara batmaktan, rutubetli ve ziyasız evlerde yaşamaktan bu hallere düşmüşlerdi. Her şey bedayi duygularının yokluğunu gösteriyordu; fikrimce maddî ihtiyaçları tehvin edememek, rahat yüzü görememek buna sebeb olmuştu. Sefalet bunları hud'a-kâr yapmış, cehaleti ciddiyete yükseltmemişti.
Kendi kendime şöyle diyordum: Garplılarla bugün yan yana bulunuyoruz. Bizim kerpiç binalarımız, garbın demirden, taştan binalarıyla nasıl çarpışacak? Bizim mâlumatsız, rüyalı başlarımız garbın vukuflu, düşünceli dimağlarıyla nasıl karşılaşacak? Onlar elektrikle, buharla terakki yollarında koşarken biz bu çamurlu yollardan daha doğrusu bu yolsuz yerlerden onlara nasıl yetişeceğiz!
İzzet Ulvi’nin Anadolu gezisinde gördüğü manzaralar acıdır, yaptığı tespitler de öyle. Yerdeki çamurdan rahatsız olmak için, çamurun olmaması gerektiği fikrini haiz olmak gerekir. Nesillerdir yerdeki çamuru kaldıracak fırsat yahut takat bulmadan yaşamış bir toplum, bununla uğraşır mı? O toplumun yetiştirdiği “bedayie ve mehasine” meyil duyguları olmayan yığınlar, yolun ortasındaki çamurda en fazla delik kepengini sıvama fırsatı görür.
Bugünün de manzarası çok farklı değil. Hatta daha acı, zira eskiden Türklerin ekserisi yoz, ışıksız ve sefil iken, Türk milliyetçileri böyle olmayanlar arasından çıkıyor ve ıstırap içindeki milletine yol aramaya çalışıyordu. Bugün çok daha feci bir manzara var: Türk milliyetçileri, milletin içinde bulunduğu halin tam ve hakiki bir temsilcisi olmayı marifet sayıyorlar. Toplum cahil, Türk milliyetçileri daha cahil. Toplum yoz, Türk milliyetçileri daha yoz. Toplum gamsız ve miskin, Türk milliyetçileri daha gamsız, daha miskin.
Bu halde, Türk milliyetçilerinde toplumlarının yoz, miskin, cahil ancak cesur ve “günü geldiğinde” vatanı kurtaracak fedakarlık hasletiyle donanmış olmasıyla övünme görüyoruz. Eliot da bunu gözden kaçırmamış, Seküler Milliyetçilik kitabımda alıntılamıştım:
...Her Türk asker doğar ve başka mesleklere ekseriyetle geçim sıkıntısına düştüğü için yönelir. Ama bir savaş ihtimali doğmayagörsün, bir ayaklanma bile olsa, o vurdumduymaz köylü bir anda uyanır ve şaşırtıcı bir teşkilatlanma ve tedbirler bulma kudreti ile evet! şaşırtıcı bir vahşet sergiler. Sıradan Türk dürüst, güleryüzlü bir ruhtur, çocuklara ve hayvanlara iyi davranır, epey sabırlıdır; ama savaşçı ruhu uyandığında Hunların yahut Cengiz Kağan’ın savaşçılarına döner ve merhamet etmeden, kimseyi ayırmadan katleder, yakar, mahveder.
Evet, Türklerin bu miskinlik uykusundan arada bir uyandığı ve -atalar ruhuna şükür- doğru önderler sayesinde hiç değilse zevahiri kurtardığı doğrudur. Fakat bu nadiren gerçekleşir ve gerçekleştiğinde, “Türkler gibi olmayan Türkler” eliyle yönlendirilir. Cenap Şahabettin’in “Bizde belki fen yok, belki sanat yok, fakat bi-şüphe salah ve... Türklük vardır!” dediği mesele… Bu övünülecek bir şey midir?
Aklıma Sefiller’in Gavroche’u geliyor. Gavroche bir sokak çocuğudur, romanın sonuna doğru idealist gençlerin kurduğu bir barikatta ölür. Bu hikayeyle sembolleşmiştir, özellikle sol literatürde Gavroche’lara övgüler görürüz.
Pekala Gavroche ölmeseydi? Yaşasaydı? İnsanı iğrendiren babası Thénardier’den farklı biri mi olacaktı? Eğitimsiz, görgüsüz, akılsız dimağından Fransa’yı kurtaracak bir vizyon mu çıkaracaktı? Büyüse ve bir kanaat önderi olsa, sokaklarda büyüyen Gavroche’lar olmasın diye ne tür bir nizam öngörecek, ne tür bir dünya hayal edecekti?
Bu sorulara cevaplarım epey menfi. Zira Gavroche’un ölürken söylediği şarkı manidardır ve Hugo’nun oraya iliştirmesi kesinlikle tesadüf değildir. Gavroche, “Rousseau ve Voltaire yüzünden” diyerek ölür. Bizlerse, ilk planda ölümünün trajikliğine ve yaşının küçüklüğüne odaklanıp, Gavroche’ta kusursuz bir kahramanlık ve çocuksu bir büyüleyicilik görür, ona tutunuruz. Halbuki Gavroche’ta yüksek bir terbiye ve kültür nazarından baktığımızda ölümünden başka pek bir meziyet yoktur. Sefiller gerçekten sefildirler, onların iğrenç hayatına şahit olurken arka planda sürüp giden büyük hikaye çok daha kıymetli ve güzeldir: Rousseau ve Voltaire gibilerin neden olduğu macera.
Türk milliyetçiliğinin safları da Gavroche’lardan müteşekkil. Bu millete verebilecek -savaş zamanı ölüm fedakarlığından başka- hiçbir şeyi olmayan dev bir yığın. Türkçe bile konuşamayan, dünyadan haberi olmayan, kuvvetli bir dağarcığı geçtim, öğrendiklerini ve görüp işittiklerini doğru işleyebilecek bir zihin formatından dahi mahrum bir güruh. İdealleştirdiğimiz, övdüğümüz, makbul bulduğumuz davranış tarzı yahut varoluş biçimi de, Gavroche’luk.
Bu sürünün içinden biri derde derman bulabilir mi? Hiç zannetmiyorum. Türk milliyetçiliğinin hem kendi problemlerine, hem milletinin problemlerine çare bulamayışının sebebi buradadır. Eğitimsiz, görgüsüz, ruhsuz, iyiye ve güzele dair kafasında hiçbir reçete olmayan, hiçbir estetik yahut doğru şey vaat etmeyen insanlar şimdiye kadar neye şifa olmuşlar da, koskoca -ve öksüz!- Türk milletinin derdine çare bulsunlar?
M. Bahadırhan Dinçaslan
İzzet Ulvi Aykurt'un bahsettiği ilçede yaşıyorum yüz sene geçmiş, halkı hala aynı noktada gamsızlıkları devam ediyor. Yerde duran çamurun orada olmaması gerektiği fikrine hala haiz değiller.
Bugün 'döne döne vuruşmamı" ve 'bağrı yanıklığımı' çekemeyen kapı komşumuz mel'unlar; transkripsiyona varana kadar tane tane işlediğim bloğumu kısıtladılar, kitap ve şiir iktibaslarıma fesat karıştırıp köstek oldular. Bi (umudumuz saydığımız) İyi Parti'nin: Taklacı Güvercini'ne, bi top oynayan çocukların karınlarını deşen: Mürteci Kürtçülere, bi kitap uygulamasına kalçalarını atan hanımlara 'dembedem el-minnetü lillâh' deyip -tuz basarak- utanmaya dâvet etsekde; aralarında ettükleri alış veriş Türk'ün menfaatinin önüne geçti, mâlûm taraflarına yanık kremi oldu. Dahi ne söyleyelim, çal kamayı 'Amasyalı Uzman Çavuş": Doğrudur felek bugün bizi rüsvay eyledi Amma hey! Sen sen ol tenhada elime geçme Anam Daniela ismiyle müsemma değil Yan der bana, yan ama besmelesiz su içme.
Üstad, yazı için teşekkür ederim. Sizin rasyonel ve hayal satmayan tarafınızı seviyorum. Vatan ve millet sevgimiz, milletimizi daha iyi bir konuma getirmek için, yoksa halihazırdaki milletin maddi ve manevi durumunu idealize edecek bir Pollyanacılık değil. Alman toplumunda düzen, intizamlı gibi şeylere metafiziksel, adeta taabbüdî bir dini emir gibi bakılıyor. Bkz. Prusya nizamı, Protestanlık. Bu kültürün bir parçası olduğu için Alman, ateist dahi olsa bunu bir haslet olarak adeta default bir şey gibi ediniyor. Belki Türk kültüründeki yemek ısmarlama, Tanrı misafiri kavramlarının İslam dini, tasavvuf, Fütüvvet kökenli olması, seküler bir Türk için dahi bu kavramların önem arz etmesi gibi. Biz hep devlet adamlarını hatra getiririz, halbuki işadamlarımız da örnektir: Mustafa Özel, Yönetebilen Türkler, Küre. Yine Taha Akyol, Onlar Da Kahramandı: "Namık Kemal bizde nadir görülen faziletlerden birine daha sahiptir; onun kayıtsız ve şartsız olarak fikrinin adamı olduğunu söylemek istiyorum"