Batı iyidir. Son birkaç yüzyıldır insana ve dünyaya dair “iyi” bir şey çıkıyorsa Batıdan çıkıyor – Batıdan kötü şeylerin de çıkıyor oluşu bu gerçeği değiştirmez. Mesela, çevreyi korumak amaçlı önemler Batıda standartlaşıyor. Okuyucu, pekala diyebilir ki, mesela sanayi devrimi de Batıdan çıkmıştır. Evet, sanayi devrimi Batıdan çıkmıştır ve korkunç manzaralar tetiklemiştir; ancak bu korkunç sonuçlara dair tedbirler de oradan çıkmıştır ve bizim sağcı kalem erbabının “gönül medeniyeti” diye tanımladığı Doğu için dünyanın -bütün sakinleri ve müstakbel sakinleriyle dünyanın- o geniş gönülde bir yeri yok gibidir. Doğu, sürekli Batı’dan şikayet eder ve “kültürden medeniyete” dönüşüp kendisinden başkasına ve ötesine fayda sağlamayı bırak, kendisine, halesinin içinde kalanlara dahi faydalı olamayan bir paradigmadır. “Doğu” diye bir şey yok demek cüretkar ama mümkün bir ifade olurdu, Doğulu, en fazla “Batılı olmayan”ı ifade edebilir, koca bir değillikten ibarettir. (Lütfen bakınız: Avrupa’nın yeni hayaleti: Yeni Zelanda Katliamının analizi)
Bir tür sözlük yazıyor olsam ve Batıyı bu sözlükte tarif etmeye hazırlansam, herhalde “Bilmenin medeniyeti” derdim. Bu yazıyı esasen kendisine bir “tribute” olarak kaleme aldığım “Batının Çöküşü” kitabının yazarı Oswald Spengler, tam bir asır önce yazdığı eserde Batı medeniyetini bu yüzden Faustian tarif ediyordu, “idrakin gözün hizmetkarı değil, efendisi olduğu”, bilgiye ve sonsuzluğa aç bir rasyonalite. Bilgi, diğer kültürlerde yok değildi, birikmiyor da değildi elbette: En çarpıcı bir örnek olarak, Orhun Abidelerini verebiliriz. Çoklarımızın “…kişioğlunun üzerine atalarım Bumın Kağan ve İstemi Kağan oturmuş” diye okuyup geçtiği ifadede epey kıymetli bir detay var: Bumın’dan Bilge Kağan’a aşağı yukarı 200 yıl geçmiştir. Göçebe bir kültüre sahip olduğu için yazılı araçların gelişmediğini öngörebileceğimiz ve bu yüzden “kısa hafızalı” kabul edilen bozkırlılar, hiç de öyle değillerdi.
Ancak Batılılar hafızanın yanına “bilme usulleri”ni geliştirmeyi de eklediler: Bilgi onlar için işlenen, gelişen, uzayan, serpilen bir şeye dönüştü: Batının Faustian olmasının nedeni budur. Bilim Batıda doğdu, zira, sevgili hocam İskender Öksüz’ün dediği gibi, ignoramus diyebilme cesaretini Batı gösterdi: Bilen ve bildiğini işleyebilen bir zihin yapısının, “öte”ye bakması halinde göreceği ilk şey bilmedikleridir. Bunu başka kültürlerin neden yapamadığı ve Batının başardığı sorusunun cevabı hala muamma, ancak Spengler’dan ödünç alırsak, “Batı” doğmadan önceki Greko-Romen medeniyet Apollonian’dır, estetik odaklıdır. Batıda yeşeren Faustian, yani bilgi ve sonsuzluk odaklı anlayış, Apollonian köklerini keşfettiğinde (Spengler’ın deyimiyle arzuladığında), müthiş bir dönüşüm geçirir. Şahsi bir tefsir yaparsak, estetik artık “var olan”dan soyutlanmış, “olabilecek olan”da aranmaya başlamıştır. Yine Faust alegorisini devam ettirirsek, Faust’un şeytanla yaptığı anlaşmanın özünde, sonsuz bilgi ve zevk arzusu kadar, zayıflığı da yatar. Avrupa, asırlar süren zayıflığının mükâfatı olarak bilimi yaratmıştır: Çok merkezli, hayatta kalma stresini sürekli yaşayan bir coğrafya, baş edemediği “düşman”ın etrafını dolanmış, dolanabilmek için de “işe yarayan”ı durmadan aramıştır. ( “…ve buhar motorundan yer yüzünü dönüştüren devasa bir endüstriyi yaratan Latin değil, Avrupa ve Amerika’nın Cermenik toplumlarıydı.”)
Tabii Batının gelişmişliğinin arkasında sayısız beşeri neden var. Mesela, köle emeğiyle kârlı tarımın mümkün olduğu Roma’da elbette tarım teknolojisi gelişmez. Yahut doğal “sınır” teşkil edecek yapıların bulunmadığı bozkırda, ne uzun süreli hakimiyet kurabilirsiniz (uçsuz bucaksız coğrafyada göçebe yaşayan boyları yönetmenin zorluğunu yine Orhun’dan, Bilge Kağan’ın asi Türk boyları üzerine yaptığı seferlerin sayısını hesaplayarak görebilirsiniz) ne de doğal sınırlara güvenen küçük yapılar müstakiliyetlerini koruyarak merkeze baskı yapıp karşılıklı bir denge, bir “feodal anlaşma”ya gidebilirler. Nedenler arttırılabilir, neyse ki konumuz bu değil, konumuz Batının çöküşü.
Spengler’in kitabında bahsettiği kuramların bir kısmını ilgi çekici buluyor, bir kısmını hararetle savunuyor ancak çoğuna katılmıyor, bazılarını epey zararlı buluyorum. Her şeyden önce, sosyal bilimlerde kehanette bulunmak pek mümkün değil, şaşmaz döngüler öne sürmek de öyle. Güneşin altında yeni bir şey yok diyen kilise yanılıyor, zira insan tercihleri kaotiktir ve geçmişte bazı döngüler yaşandı diye gelecekte yaşanacağı kesin değildir: Birisi, yahut birileri, şu veya bu sebepten, hatta epey süfli saiklerle “öyle yapmama”yı tercih eder ve dünyanın hikayesi değişir. (Atatürk ve etrafındakilerin yaptıklarının sıradışılığı, biricikliği buradadır işte. 1919 Nisanında iyi tarih okumuş birisi Türkiye’ye dair bir projeksiyon yapsa, 1453 Martında Bizans için yapacağından çok farklı olmazdı.) Fakat bir tespiti var ki, çevirmeye değer:
Bütün “Aydınlanma Çağ”ları mantığın hudutsuz iyimserliğinden gelip, eşit derecede liyakatsiz bir şüpheciliğe ulaşır. Etrafındaki ve altındaki topraktan duvarlar ve suniliklerle tecrit edilen müstakil zihin, kendisinden başka hiçbir şeyi kavrayamaz. Günlük hayatın algıları ve tecrübelerinden tamamen temizlenmiş kendi hayali dünyasını eleştirmeye başlar, nihai ve en ince neticeye, formların formuna ulaşıncaya kadar böyle yapmaya devam eder: yani hiçliğe.
Evet, Batının Spazmı olarak tanımladığım, akademiden sanata bütün alanlara sirayet eden, bizzat “Batı iyidir” diyerek söze girmeme neden olan kurumları istila edip kendi “hayali dünyasındaki çatışmalar” doğrultusunda çalıştırıp çatıştıran çöküş budur. “Güzellik algısına savaş açmak”, “Heteronormativiteye savaş açmak”, “Sosyal adalet için savaşmak” gibi hep savaş tamtamlarıyla eşlik edilen yeni bir tür cihad, tam da Spengler’ın ifade ettiği şekilde bir “İkinci Dinîlik”, Batıyı esir alıyor. Evet, vaktiyle Spengler’ın beklediği “İkinci Dinîlik”in Nazi Almanya’sı tarafından temsil edildiği yazılıp çizilmişti, fakat Nazi Almanya’sı Batıyı Batı yapan kurumları çökertmedi; insana ve cemiyete zarar verdiyse dahi, kendisi değil ama yarattığı neticeler, Batıyı güçlendirdi demek dahi mümkün. (İlginç bir kesit olarak T. S. Eliot’un savaş sonrası Almanya’sında yaptığı Avrupa temalı konuşmaya bakabilirsiniz.) Hayır, bu ikinci dinîlik, bu post-modern furya, Bloom’un dediği gibi “Fransız salgını”, Batıyı kökünden tehdit ediyor, onun rasyonalitesini, onun asırlardır ilk defa “Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi”, “Birleşmiş Milletler”, “UNESCO” gibi kurumları yaratmasını sağlayan ahlakını reddediyor.
Feminizm adına -ki bu satırların yazarı kendisine feminist demekte bir beis görmez- tuhaf tarih okumaları yapılıyor, pozitif ayrımcılık İngiltere tarihine dair çekilmiş bir filme alakasız, zencileri aşağılayan, onları konu mankenine dönüştüren bir üslupla zenci koyuluyor, çok-kültürlülük ve inançlara saygı kisvesi altında saygısız inançların dahi savunusu yapılabiliyor. Batı akademisi artık buna çalışıyor; Batı şiiri sanattan uzaklaşan bir ideolojik aygıta çoktan dönüştü, görsel sanatlar vergiden kaçma yöntemleriyle birleşip tuhaf bir “yeni mesenlik” çatısı altında boş tuvalin eser kabul edildiği bir çılgınlığa teslim olmuş durumda. Samimi duygularla dolu devrik cümleler şiir, sürekli tekrarlayan melodiler üzerine olur olmaz sözleri hiçbir ses güzelliğiniz olmadan okuduğunuzda müzik yapmış oluyorsunuz, Türkiye’de kadın hakları meselesinde en önemli hamleyi yapanların erkek olmasından rahatsız olup, küçük bir arkadaş çevresinin dışında -içinde olduğu bile meçhul- etkisi olmamış bir kadın kıpırdanmasını asıl amil diye sunuyor, feminist tarihçi oluyorsunuz. Bu Batıda doğdu, Batı bütün dünyayı etkilediği için, Türkiye gibi “maruz kalan” ülkeleri de etkiliyor.
İşte Batıya ağıt yakmamın sebebi budur, zira kendisinden önceki döngüleri -ya da döngü yaşamayan Çin yahut Türkistan medeniyetlerindeki tekdüzelikleri- kıran Batı, bu defa öyle bir içine çöküyor ki, rasyonel düşüncenin, sağduyunun, estetiğin taraftarı olmak hışma uğramanıza dahi neden olabiliyor – bizzat Batılılar tarafından. Kadınların “çalışma hakkı”, çalıştıklarında “eşit ücret hakkı” gibi meselelerde alakadar olan “modern feminizm”, post-modern versiyonunda bizzat kadınları feminist düşmanı yapabilecek argümanlarla “mevcut düzen”e saldırıyor; eşcinsel evliliği gibi yasal – ve taraftarı olduğum- bir zeminde eşcinsellerin uğradığı adaletsizliği mesele etmesi gereken hukuk mücadelesi, yeni bir sol anlayışın koçbaşı işlevini çoktan üstlenmiş halde. Modernizmin netliği, temizliği, işe yararlığı rafa kaldırılıyor, bir araba dolusu edebi laf, bilim diye sunuluyor, Gellner’in deyimiyle:
(...)Başarısız olmamak, becermek, yerlilerin aslında ne kastettiğine dair açık, temiz, canlı bir açıklamayla gelmek postmodernistimiz için en korkunç utanç ve ihanet olurdu. Böyle bir şey nihai ihanet ve gerçek başarısızlığı teşkil ederdi. Bu onu sömürgeciliğin ve kültürlerin eşitsizliğinin hizmetinde, Öteki’yi kendi anlamlandırmasına mahkum eden, dolayısıyla yalancı şahitlik yaparak Öteki’yi alçaltan ve kendini anlamların sonsuz sayıdaki fıtratına ve bir anlam diyarını diğerinden ayıran korkunç uçurumda bu anlamları iletişime tabi tutmanın eşit derecede sonsuz zorluğuna kayıtsız bir adam olarak ifşa eden biri, yüzeysel bir pozitivist olarak gösterirdi. (...)
Pekala hiç ümit yok mu? Spengler, dönemin Rusya’sını “yüksek-kültürleşmeye meyyal bir uyanış” olarak tarif ediyordu. Meşhur, hatta klişe olmuş “rahat çağlar laçka insan yaratır” kaidesi hakikatse, çatışma alanlarında görece rasyonel geleneği, Faustian geleneği yakalamış küçük ve güçsüz ülkelerde, yeni dönemin zihin atılımları ortaya çıkabilir. Doğu Avrupa, Türkiye ve İsrail bu yeni hareketlenmenin, yeni doğumun aday merkezleri. Fakat bu bölgelerde bu tür bir zihin uyanışını tetikleyecek bir arayış henüz yok, üstelik tabii olarak her hususu etkileyen siyaset kurumunu işgal edenlere bakınca, Thomas Jefferson gibi büyüklerin koltuğuna oturmayı başarabilmiş Trump gibi palyaçoların (bu bir Biden övgüsü değildir) manzarasından daha kötüsünü görüyorsunuz. Yine de, hem çatışması, hem de asgari seviyede de olsa birikimi mevcut olan bu ülkeler, ilerleyen asırlarda sağduyulu aklın, net ve temiz düşüncenin şampiyonu olabilirler. Son zamanlarda milliyetçiliğe dair okuduğum en çarpıcı ve olumlu yorumların İsrail'den çıktığını belirtmekle yetineyim sadece.
O zamanı -maalesef- göremeyeceğiz gibi. O yüzden bizler, hakim furyanın ürettiği yığınla zırva arasında güzel şiir, güzel müzik, güzel resim; doğru bakış, makul yorum aramaya devam edecek, bu defa Faustian köklerimizi keşfedip yeni bir atılım yapacak olan kültürsüz torunlarımıza malzeme bırakacağız ve öleceğiz.
M. Bahadırhan Dinçaslan