Bütün dünyada üniformalı mesleklere bir saygı, tazim ve/veya sempati vardır. Asker dayı rol modeliyle büyümüş bendenizde de var – ne zaman bir havacı subay görsem esas duruşa geçesim gelir. Asker ve polis, biri dış, diğeri iç güvenliği teminle görevlendirilmiş iki üniformalı meslek; ancak bu ikisi haliyle birer “meslek”ten ötesidir.
Esprit de Corps da denir, ölüm ihtimalinin her zaman kendini gösterdiği bu meslekleri yapanların bireysel psikolojilerinin ve kolektif uyumlarının sağlanması için birtakım manevi motifler, ritüeller, gelenekler geliştirilir. Osmanlı zamanında bir subay, mesela, erata “evlatlarım!” diye seslenirdi – zira eratın gözünde baba, geleneksel olarak otorite figürüydü ve subay bu figürle özdeşleşmek zorundaydı.
Fakat madalyonun diğer yüzü de şudur: En sert, haşin baba dahi evladını ölüme yollayamaz; bu sevgiden kaynaklanmasa bile, tarlayı ekip biçecek iş gücünü kaybetme kaygısından ileri gelir mesela. Fakat subay “evladım” dediği askeri ölüme yollayacaktır, onu ölüme yollayabilmek için bu motifi yerleştirmiştir. Yani bütün bu ritüeller işlevsel oldukları için vardır, hakikat öyle olduğu için değil. Kimse cephede yaşamını yitirdiğinde ölümsüzleşmez, ancak bu korkunç hakikati olduğu gibi anlatırsanız, en diğerkam asker dahi ölüm gerektiren hallerde tereddüt edecektir. Bu yüzden Allah, her zaman “bizim” yanımızdadır, savaşan taraflar aynı dine inanıyor olsalar dahi. “Erenler bize imdade” gelirler; okumalarım gösteriyor ki, mesela, Gelibolu civarında gökyüzünden doğaüstü varlıkların gelip düşmanı yok etmesi motifi ta erken dönem Osmanlı’da bile var.
Bu tür ritüellerin, motiflerin, ululamalar ve mistikleştirmelerin olmasında beis yok – ancak subay buna inanırsa sorun var. Düşünün ki, ordu komutanımız harp planı yapmıyor da, gökyüzünden gelecek atlıların ordusunu kurtarmasını bekliyor. Bunun gibi, polisin de, canı -üstelik başkalarını korumak uğruna- sürekli tehlikede olduğu için övülmesi, birtakım ritüeller geliştirmesinde beis yok, aksine faydalıdır. Üniformanın saygı görmesinde de sorun yok – hiçbir para, başkaları uğruna beden bütünlüğü ve ruh sağlığını riske etmeyi satın alamaz zira. Ama polis övülmeyi ve saygı görmeyi aşar da, kutsanmaya başlanırsa, polis kendisinin ulu, yüce, muhteşem bir insan olduğuna gerçekten inanmaya başlarsa, orada bir sorun var.
Mesela, taze cumhuriyetin İngiltere’yle sıradan bir iletişimini dahi “işte Mustafa Kemal’e İngiliz desteğinin belgesi!” diye manşetten veren AKP’liler gibi olsaydık, polisin aslında saygı görmeyi bırak, her zaman kuşkuyla yaklaşılması gereken bir tipleme ve örgüt olduğunu yazabilirdik. Öyle ya, Falih Rıfkı başta olmak üzere mütareke döneminin İstanbul’una dair yazıp çizenler anlatırlar: İşgalci İngilizler sık sık “Türk polisine riayet edilmesi” çağrısı yapıyorlardı. Zira bir ülke işgal edildiğinde, asayişi ve nizamı sağlayacak yerli işbirlikçilere ihtiyaç duyarsın; bu işbirlikçilerin de “kendi insanının güvenliğini temin etmek” gibi bir bahanesi olacaktır. Aslında bu güvenliğin temin edilmemesi, işgal karşıtlarının işine gelir, zira huzursuzluğu arttırır ve sabotaj, kaçakçılık gibi faaliyetleri mümkün kılar. Ama polis, hem “neticede kendi insanımı koruyorum” bahanesiyle vicdanını rahatlatarak çok rahat işbirliği yapabilir. (Polis İngilizlerle işbirliği yaparken, polis ve jandarmanın peşine düştüğü eşkıyalar o dönem vatan kurtarıyorlardı, bu da ilginç bir kesit.) Bu yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada böyledir: Almanların 2. Dünya Savaşı’nda işgal ettikleri bölgelerde, Belçika başta olmak üzere, polis güçleri doğrudan işbirliği yapmışlardı. İlginçtir ki, akabinde Almanya işgal edilince, bütün Alman askerleri terhis edilip silahsızlandırıldığı halde, Alman askeri polisi bir yıl kadar görev yapmaya ve müttefiklerin emrinde silah taşımaya devam etmişti – asayiş ve nizamı sağlamak için.
Yani polis zatında kutsal değildir; evet, yaptığı işi düzgün yapabilmesi ve teşvik edilmesi açısından saygı görmesi iyi bir şeydir, üniformanın saygınlığının zedelenmesinin hiçbir toplumsal faydası olmaz – ancak üniformanın kutsanmasının da anlamı yoktur, üstelik zararı vardır. Üniformanın saygınlığını yok edecek olan, tam olarak budur: kutsanmak. Polise ismet sıfatı verdiğinizde, “polisine sahip çıkan bakan” pozları kestiğinizde, polisin kendine dair halüsinasyonlar görmeye başlayıp tanrı kompleksiyle davranmaya başlamasını, nihayet görevini kötüye kullanıp, hesap vermezliğine sığınarak üniformasına leke sürmesini teşvik etmiş olursunuz.
Şu halde “ortalama Anadolu insanı”ndaki “polisimize baş kaldırıyürler!!” tavrındaki sefalete acımamak elde değil. Zira mesele protestoyu gerçekleştirenin kim olduğu, neci olduğu değildir: TamgaTürk’te daha evvel bir yazımda açıklamıştım, teröristin malını çalarsan yine hırsızlık suçu işlemiş olursun, yahut teröristin babası ölürse mirası yine teröriste kalır. Yani cumhurbaşkanının, bakanın lafları doğru olsa bile, evvela yürütme mensuplarına bunun gereğini yapmak düşer, dedikodusunu değil. Sonra, polisin mevcut yaklaşımı yine meşrulaşmaz, zira devleti teröristten ayıran ve ondan üstün kılan budur, polis “zaten teröristmiş, bir de döveyim”, “işkence de edeyim”, “tecavüz edeyim terörist nasılsa” diyemez. Vazife ve salahiyet kanununun öngördüğünü yapar, orantısız güç kullanmaz, hele toplumun geniş kesimlerinde infial uyandıracak eylemlerin içinde asla yer alamaz. Mevcut emniyet teşkilatı, toplumsal olayları yatıştıran değil, alevlendiren bir yaklaşımla; açıkça hukuksuzluk yaparak vatandaşına “sapık” diyebilen bir bakanın emrinde, olabilecek en kötü şekilde yönetiliyor. Bu gerginlikten oy devşirmeyi umuyorlar, o yüzden karşı tarafa “terörist, sapık” vs yaftaları takıyorlar; ancak anlamadıkları, bunu yaparak zerre miskal kalmış devlet ciddiyetini de büsbütün ortadan kaldırdıklarıdır. İşte, “polisimize nasıl garşı gelirlerr!!” diye bağıranların da sefaleti burada başlıyor: Kendilerini de bu muameleye layık görüyorlar. Öyle ya, sen vatandaşsın, polis bir vatandaşı kendince yaftalayıp dövebiliyorsa, yarın seni de dövebilir. “Falancalar hak ediyor” demek, “ben de hak ederim” demekten farklı değil.
Üstelik, çok sıkıştıklarında başvurdukları savunma, polisin “emir kulu” olduğu. Emir kulu olmadığı, maaş, özlük hakkı, emeklilik, prestij vs. hiçbir şey kazanmadığı, hatta üstüne dayak yediği halde protestosunu yapmaya giden, düşüncesinin arkasında duran insanın değil de, emir kulunun saygı ve sevgi görmesi abes değil mi? Tam olarak bu anlayış, bu toprakların bir türlü medenileşememesinin nedenini özetliyor gibi.
Hemen her gün sosyal medyada kimlik sorma bahanesiyle genç kızları taciz eden polisleri okuyoruz. Taciz/tecavüz şikayetiyle karakola giden genç kızların, polisin imalı laflarına maruz kaldığını dinliyoruz. Bu rektörden memnun değilim diyen genç hemen terörist oluveriyor ve yerde tekmelenmesi bir anda meşrulaşıyor. Bu manzarada, üniformayla halk arasına bir kama sokulduğunu görüyorum ben; üstelik şikayetler dillendirilince şucu bucu olmakla, yerli ve milli olmamakla vs. itham etmek başvurdukları yegane yöntem; bir kez olsun meseleyi didikleyip vatandaşın şikayetini gündeme almıyorlar, polisi ıslah ve ihya etmiyorlar. Hem polisin mesleki taleplerini, beklentilerini karşılamıyor; polisliği “iş bulamamış milliyetçi-muhafazakar, eğitimsiz yığınların en kötü ihtimali” olan bir seçeneğe, “karın doyuran garantili iş”ten başka vaadi olmayan sevimsiz ve süfli bir kariyer yoluna dönüştürdüler – hem de vatandaşın polisten beklentisini gündeme almıyorlar.
Neden? Nedeni basit, Türkiye’de islamofaşizm vardır ve aç bıraktıkları, mesleksiz, işsiz, maişetsiz bıraktıkları çocuklara lütuf gibi, sadaka gibi polisliği gösteriyorlar ve böyle açlıkla, yoksunlukla terbiye ede ede kendi askerlerine dönüştürüyorlar: Vur deyince öldüren, dağıt deyince parçalayan. Tek tek polis memurlarının bu işteki günahı ihmal edilebilir seviyede, zira yarattıkları yeni toplum o yaştaki gençlerin görgülerini ve vakarlarını arttırabilecekleri bir ortam sağlamıyor, hırçınlaşıyor ve son çare olarak polisliğe tutunuyorlar. Bu kasıtlıdır, bizzat devletin planıdır ve vatandaşla polisi karşı karşıya getiren, nihayet üniformalı meslekleri nefret objesi haline dönüştürmeyi amaçlayan, korku üzerine bina edilmiş bir saltanatın tasarrufudur.
AKP, memleketin yeni nesillerini devletten, milletten, yerlilikten, millilikten soğuttuğu gibi, polisten de soğutuyor. Sağduyulu polis memurları varsa, ki varlar, bunu dikkate almalı, “emir kulluğu”ndan sıyrılmalı, devleti temsil eden üniformanın hakkını vererek ideolojilere değil, vatandaşa hizmet ettiklerini hatırlamalılar. Yoksa çok uzun yıllar boyunca polis, hafızalarda epey olumsuz kodlanacak ve bugün olduğundan bile daha sevimsiz, daha hor görülen bir mesleğe dönüşecek.
M. Bahadırhan Dinçaslan