Boğaziçi protestolarının aldığı hal üzerine düşününce, Kemalist mirası sayesinde her zaman “küresel bir üçüncü yol”un şampiyonluğuna soyunabileceğine inandığım Türkiye için bir fırsat olabilir mi sorusu aklıma geliyor. Bu acı, insanın zihnini mengeneyle sıkıştıran, korkunçluğu ve çıkışsızlığıyla nefessiz bırakan manzara, belki, olgunlaşan bir arayışın kendisini pratiğe dökmesi için beklenen fırsat olabilir mi?
Dünyanın uzun zamandır “tuhaf solcular” ve “manyak sağcılar” arasında bölündüğünü söylüyorum. Birinin yöntemi diğerini meşrulaştırıyor; tuhaf bir popülizm, yeni ve eskilerden çok daha temelsiz, terbiye edilmemiş, şovenist ideolojiler siyaseti öyle bir zemine taşıyor ki, aklı başında ve objektif bir bakışı, “makul seçmen”i temsilsiz bırakıyor. Rakı içip Cuma’ya giden kitlenin uzun süredir “ya rakı, ya Cuma” dayatmasına maruz kalması gibi, herkes, “öncelikler listesi”ni bir kenara bırakmaya ve önceliklerinden bir adedinin peşine düşerek, sırf onun hatrına/uğruna taraflardan birini seçmeye zorlanıyor. ABD’den Türkiye’ye hemen bütün dünya siyaseti böyle bir ikiliğin avucunda.
Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan da bu. Bir yanda görünür olmak için yırtınan, haklı gerekçeyle başlayan protestodan meşruiyet devşirerek kendi gündemini dayatan post-modern zibidiler, diğer yanda gerekçeyi unutturmaya çalışan, post-modern zibidilerin sevimsizliği üzerinden protestoculara yaptığı her türlü hukuksuz müdahaleyi gerekçelendiren hükumet. Protestoya desteğini post-modern kimlik siyaseti üzerinden değil, modern prensipler ve olgular üzerinden vermek isteyen kitle, en kalabalık kitle olmasına rağmen, denklemin hiçbir yerinde değil. Çocuklar gözaltına alınırken “yazık bu çocuklara” diye polise seslenen anneler, protestonun içindeki mezkur zümrenin “doğrudur” diye dayattığı ideolojiyi benimsemiyor bile – yaptıkları yılların biriktirdiği irfanın tetiklemesiyle “makul olanı savunmak” sadece.
Her şeye rağmen – zibidilerin bütün sevimsizliğine rağmen hükumetin muamelesinin korkunçluğunu görüp, bir grup vatandaşın saçma fikirler sahibi olmasından çok, hükumetin her türlü hukuk kuralı ve insani değeri hiçe sayarak muamele etmesini daha tehditkar bulunca, protestoya destek veriyorsun. Ancak destek verdiğinde “onların istediği gibi” değilse, hemen mezkur zümre tarafından tepki görüyorsun; en az aktroller kadar etkin çalışıyorlar. Post-modern zibidiler, fırsattan istifade "ya beni destekle ya hükumeti" pozisyonu alıyorlar. Zihniyetlerinin AKP'den farksız olduğunun güzel bir örneği bu, zira bunlar genel ve modern prensipler ortaya koyamazlar - bir çirkin ve amaçsız değillemeden ibaretler o kadar. Kendilerine dair hezeyanlarını kimlik, gündelik eşyaları sanat, sayıklamayı şiir, illüzyonu fikir diye yutturmak isteyen bu post-modern furya, aslında “gerçek hayatta” ne kadar başarısız olduğunu da tecrübe ediyor: Küçük bir kitle nezdinde meşruiyetini pekiştirse de, son tahlilde destek vermek için ortaya çıktığı protestonun başarısız sonuçlanması ihtimalini arttıran bir bileşenden ibaret. Yegane işlevi, hükumet tarafından sevimsizliğinin kurnazca çerçevelenmesi ve vatandaşa “bunlardan mısın, benden misin?” diye sorulması sonucu, vatandaşı protestodan soğutmak.
Ama, işte bu ama bu yazının meselesi: Sevimsizliklerine rağmen onlara uygulanan yaptırımları yanlış bulan ve “onlara rağmen” destek vermek isteyen bir kitle var. Zira muhalefet de yıllar boyunca pişti, hatalarından yavaş da olsa dersler çıkarıyor. Herkesin kendi kompartımanında yaşadığı bir tür multi-kulti, post-modern sağın vizyonuydu; kompartımanın tehdit edilmedikçe ses çıkarmamak, yahut cılız ses çıkarmak, şimdiye dek faydası azaldığı yahut rakip olduğu için ortadan kaldırılan hiçbir kompartımanı kurtarmadı.
Şu halde, bu kitle doğru argümanları sunarak, siyasi partilerin de görünürlük desteğiyle, bu işi -olması gerektiği gibi- bir hukuk ve yaklaşım tartışmasına dönüştürebilir mi? Dönüştürebilir, yeter ki “protesto lehine” yayılan mesajların eşik bekçiliğini üstlenebilelim. Halihazırdaki sosyal medya kurgusu, zibidilerin çeşmenin başında olduğu bir manzara arz ediyor, ancak siyasi partiler meseleyi bu yöne çekmeyi başarabilecek iletişim kudretini haizdir.
Üstelik, şu sıralar parti kuran ya da kuracağı söylenen siyasetçiler var. İlginç bir şekilde onların da eski kompartımanların siyasetini yaptığını görüyorum. Oysa Türkiye’de “sıkılan” kitle en geniş kitledir; öyleyse “biz daha ulusalcı olacağız”, “biz daha milliyetçi olacağız” yahut “biz herkesi kucaklayacağız” demek yerine, toplumsal meselelerde şimdiden yer tutsalar hoş olmaz mı? Hoş olduğu gibi, potansiyellerini de arttırmış olurlar. Gençliğin önemli bir bölümünün bir şekilde ilgilendiği böyle bir meselede sessiz kalarak, “günü geldiğinde” nasıl bir rüzgar yakalamayı planlıyorlar acaba?
Yeni yahut eski siyasi partiler bu gündemi doğru yöne çevirirlerse, belki, protestocular arasındaki makul ve kalabalık kesim, rektör atamasına doğan -ve anayasal hak olan- tepkinin protestosuna sert ve hukuksuz müdahaleyle alevlenen bu toplumsal olaya dair bildiri yayımlarken HDP’yi oluşturan bileşenlerin her birinin meselesine de değinmeyi zorunluluk olarak gören zümreye “bir sus yahu!” diyebilirler. Gezi’de, mesela, bu yapılabilmişti: Birçok yerde Apoculuk taslayanlar tepki görmüşler, yahut şiddet gösterilsin diye provokasyon yapanlar bizzat sıradan vatandaş tarafından derdest edilmişlerdi.
Ne zamana dek AKP ve “onun istediği muhalif yüz” arasında sıkışıp kalacağız? Bu protestolar vesilesiyle makul duruşumuz ve taleplerimizi daha yüksek sesle dile getirsek de, zibidiler haklı olsalardı bile marjinallikleri ve yaratacakları siyasi bedelden ötürü asla destek vermeye cesaret edemeyecek olan siyasilerin ilgisini çeksek? Belki bu sayede yıllardır “Şu Erdoğan’ı bir gönderelim de hele…” denerek ertelenen temsilimize ufak da olsa bir alan açabiliriz.
M. Bahadırhan Dinçaslan