Oy hakkı kazanan kitleler çoktan öldüler. Onların torunları bile öldü çoğu ülkede – kadınları saymazsanız. Ancak birkaç nesildir “kadınların oy kullanmadığı bir dünya”yı hatırlamayan seçmenler var. Artık oy hakkı “vergi veriyorum, temsil de edilmeliyim” fikrinin çok ötesinde, alışıldık bir şey. Tam da bu yüzden artık “hakkı verilmeyen” bir şey: Oy ucuzladı; seçmen oyunu kıymetli bulmuyor.
Kıymetli dostum Ömer Faruk Engin’in bir tespiti var: Eskiden görece daha az mesaja, propagandaya maruz kalan insanın düşünmek ve taraf seçmek için daha fazla vakti vardı. Şimdi resmen bombardımana maruz kalıyor, düşünecek, seçecek vakit bulamıyor. Dürtüleriyle kendine en yakın gördüğü tarafa yanaşıp, “sonuna dek”, “ölene dek” o safı cansiperane savunuyor. Ben buna izlenimcilik diyorum, özellikle genç kuşaklar izlenimleriyle hareket ediyorlar. Elbette insanlar tarih boyunca hep buna meyyal oldular, ancak mesaj bombardımanı artık seviyesiz bir popülizmin elinde. Elit çevrelerde mayalanan yüksek görüşleri halka teşmil üretip rıza üreten mekanizmanın yerini, avam çevreleri arkasına alıp yüksek görüşlerin mirasını olmayacak işlerde harcayan mekanizma aldı.
ABD’deki olaylarda gördüğümüz üzere hemen hemen bütün dünya iki kutba bölünüyor: Tuhaf sol liberaller (İngilizce düşünürsek tuhaf sözcüğünün yanına “pun intended” koymalıydım) ve manyak yeni sağcılar. Bazıları bunu küreselci-vatansever/ulusçu çatışması gibi okuyor ama keşke öyle olsaydı: Küreselciliğin şampiyonu Çin, kendi ülkesinde şovenist ve faşist. “Küresellik zatında kapitalist bir kavram değildir, sosyalizmin dahil olmadığı bir küresellik bizi dezavantajlı bırakır” tespitiyle açılım yapan Çin, bugünün en gaddar emperyalist ülkelerinden biri. Bugün ülkelerinde göçmen karşıtlığı zaviyesinden ulusçu refleksler veren yığınların bir defa ülkelerinde yönetimi tam anlamıyla ele aldıklarında ne yapacaklarını da bilmiyoruz: Küresel dünya düzeninin çıkarlar ağının olmadığı bir senaryoda Trumpvari bir adam neler yapabilirdi?
Yeni Zelanda katliamı üzerinden Batı’nın spazmını yazmış, daha sonra TamgaTürk’te Batı’nın kalp krizine ağıt yakmıştım. Ortada saf tutulacak bir kesim yok; ilerleyen yıllarda İsrail-Türkiye ekseninden ve belki Doğu Avrupa’dan yeni bir paradigma yükselmesini beklesem de, bugünlerde dünyayı şekillendiren politik akımlar rasyonel ve “sağduyulu” düşünen biri için eşit derecede mide bulandırıcı. Türkiye de, elbette, bundan nasibini alıyor.
Mevcut haliyle Türkiye’deki kamplar tam anlamıyla dünyadaki şablona oturmaz; ancak AKP yeni Türk-İslamcılığıyla yeni bir tür alt-right öncülüğü yapıyor; özellikle yeni nesillerde buna kapılmaların yaşanması gayet beklendik. Muhalefet ise, küresel yeni solun argümanlarıyla hareket etmek zorunda; bunda küresel müttefikler bulmak kaygısının (zira Türkiye içerisindeki hiçbir geleneksel güç, artık AKP’nin kudretiyle baş edemez. Yegane istisna ülkücülerdi, onlar da tedip ve ıslah edildiler. Hiçbir yerli sermaye grubunun muhalif ve büyük medya kuramayışına bakınız.) rol oynadığını da söyleyebiliriz. Farklı bir çıkış yakalayabilecek olan İYİ Parti ise, AKP döneminde “aykırı” olarak kurulup kalıcı olmayı –şimdilik- sağlayabilen tek parti olma başarısını, Türkiye’yi değiştiren parti olma misyonuna tercih etti. Oy kaygısı var ve haklı ya da haksız, mevcut paradigmayı çökertecek çıkışların “muhafazakar seçmen” nezdinde ona yönelen bir cezalandırma olarak döneceğinden korktuğu için, DEVA ve Gelecek gibi, “AKP’ye benzeyen ama daha sevimli ve daha az hırsız” konumlandırmasını tercih ediyor.
Fakat bu çıkışlar önemlidir – hem AKP’yi devirmek için önemlidir hem de AKP sonrasında oluşacak Türkiye’nin bu manyak sağ – tuhaf sol ikiliğine hapsedilmemesi için önemlidir. Boğaziçi Üniversitesi protestolarında AKP’nin milliyetçi alerjileri nasıl kullandığına bir kez daha şahit olduk, böyle anlarda çıkış yapabilen (ve oy kaygısı olmayan) özgürlükçü-milliyetçi bir irade, muhalefetin varlığı ve ahiren sağlığı için büyük önem taşıyor. (Gezi Parkı’nda ülkücülerin kurumsal olarak var olabildikleri bir alternatif senaryoyu düşününüz.)
Bu iradenin hem milliyetçi çevre ve düzlemde ikna edici olması, hem de özgürlükçü söylemin peşindeki kitle tarafından ciddiye alınabilmesi lazım. Bunun altyapısı vaktiyle Ülkücü Tavır platformunda kurulmuştu – eski Ocak Genel Başkanları ülkeyi referandumda hayır oyu verilsin diye gezmişlerdi. Bu başkanlardan özellikle bir kısmı, mezkur işlevi üstlenmek için biçilmiş kaftan – fakat en büyük sorunları mahalleleri. Mahallelerinden yükselecek homurdanmayla baş etmeyi göze alırlarsa, “partisiz siyaset”in en önemli aktörleri olarak memlekete büyük bir hizmet yapmış olacaklar.
İnsanlarımızı ya “salak, medeniyetsiz, insan haklarından dahi feragat etmeyi onur sayacak kadar alçak milliyetçi” ya da “kişiliksiz, omurgasız, lümpen ve yeni bir dinselliğin köktenci müridi olmuş solcu” olmaya zorlayan, bu kırk katır – kırk satır dayatmasından kurtarmanın yolu, bir potansiyel olarak, sessiz bir yığın olarak rüştünü ispatlamış, kalabalık olduğunun farkına varmış seküler, özgürlükçü, sağduyulu bir Türk milliyetçiliğinin sesini daha yüksek çıkarmasından geçiyor.
M. Bahadırhan Dinçaslan