Aşağıdaki metin, Dana Gioia’nın 1991 yılında The Atlantic’te yayımlanan bir makalesidir. TamgaTürk sanat teması kapsamında, daha önce yayımladığımız çalışmaların yanında, ikinci bölümünü sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Gioia’nın dikkat çektiği bazı hususlar Türkiye’de en azından “çok geçerli” değil, ABD’de olduğu gibi bizde akademi ve ekonomiyle iç içe geçerek meslekleşmiş bir şair sınıfı yok. Fakat önceki bölümde olduğu gibi, Türk şiirinin gidişatına dair kaygı duyanların ülkemizle paralellik kurabilecekleri birçok tespitinin olduğuna inanıyoruz. Hafta boyunca makalenin diğer bölümleri de yayımlanmaya devam edecek.
Nazım Dişe Dokunur mu II: Alt-Kültürün İçyüzü
Şiirin kısalan endamını gelişen alt-kültürün içinde dahi gözlemlemek mümkün. Şiir dünyasının oturmuş ritüelleri, dinletiler, küçük dergiler, atölyeler ve konferanslar, şaşırtıcı derecede çok sayıda gönüllü sınırlamalar içeriyor. Neden, mesela, şiir müzik, dans ya da tiyatroyla bu kadar az sentezleniyor? Birçok dinletide program yalnızca nazımdan oluşuyor – ekseriyetle de o gecenin şairinin şiirlerinden. Kırk yıl önce, Dylan Thomas şiir okuma programları yaptığında, programın yarısını başka şairlerin şiirlerini okumakla geçirirdi. Thomas pek de alçakgönüllü bir adam değildi ancak sanatının karşısında mütevazıydı. Bugünlerde dinletilerin çoğu şairin şiirinden çok egosunun methedildiği etkinliklere dönüştü. Bu tür etkinliklerin katılımcılarının ekseriyetle şairlerden, şair namzetlerinden ve şairin arkadaşlarından oluşmasına şaşmamak gerek.
Şu an yedi düzine dergi yalnızca şiir yayımlıyor. Edebi kritik yayımlamıyorlar, yalnızca sayfa sayfa yeni yazılmış şiirler… Bunca şiirin kasara altına doldurulmuş kaçak göçmenler gibi sıkış tıkış şekilde bir araya getirilmesi insanın kalbini acıtıyor. Bir sürü donuk örnek arasında parlak bir şiir bu yüzden kolaylıkla gözden kaçabiliyor. Bu küçük dergileri açık bir zihin ve dikkatle okumak ciddi bir çaba gerektiriyor. Bu çok az kişinin umrunda, hatta çoğunlukla dergilere şiir gönderenlerin bile umrunda değil. Kitle medyasındaki şiire kayıtsızlık, tam aksi cihette bir canavar yarattı – şiiri bilgece değil ama aşırı seven dergiler.
Otuz yıl öncesine kadar dergilerde yayımlanan şiirlerin çoğu, farklı ilgi alanlarına ve “uzman olmayan” bir kitleye hitap ediyordu. Şiir, siyaset, mizah, kurgu ve kritiğin yanında, okuyucunun ilgisini çekmek için rekabet ediyordu – bütün bu janrlar için sağlıklı sonuçlar yaratan bir rekabet. Okuyucunun dikkatini üzerinde toplamayan bir şiir pek de şiir kabul edilmiyordu. Editörler kendi okuyucu kitlelerinin ilgi göstereceğini düşündükleri şiirleri seçiyorlar, dergilerin çeşitliliği de farklı şiir tarzlarının yayımlanmasını temin ediyordu. İlk dönem Kenyon Review Robert Lowell’in şiirlerini eleştiri makaleleri ve edebi değerlendirmelerle birlikte yayımlıyordu. Eski New Yorker Ogden Nash’in şiirlerini karikatürler ve kısa öykülerin arasına koyuyordu.
Genel kitleye hitap eden birkaç dergi, The New Republic ve The New Yorker gibi, her sayıda şiir yayımlamaya devam ediyorlar ama, The Nation dışında hiçbiri bu şiirleri kritiğe tabi tutmuyor. Bazı şiirler, bir avuç genel kitleye hitap eden, geniş bir gündemi takip eden dergilerde, The Threepenny Review, The New Criterion ve The Hudson Review’da kendilerine yer bulabiliyorlar. Fakat dergilerde yayımlanan şiirlerin çoğu yalnızca edebiyat profesörlerinin, yaratıcı yazarlık öğretmenlerinin ve bunların öğrencilerinin teşkil ettiği kapalı bir kitleye hitap edebiliyor. Bunlardan çok azı, örneğin American Poetry Review ve AWP Chronicle, bir nebze olsun geniş bir kitleye ulaşabiliyor. Fakat pek çoğunun okur sayısı ihmal edilebilecek seviyede. Fakat sorun kitlenin büyüklüğü değil. Sorun onların kayıtsızlığı, yalnızca bir alt-kültür içinde ve bu alt-kültür için var olmayı kabullenişleri.
Şiir alt-kültürü yayınlarının karakteristikleri nelerdir? Evvela, konulardan biri çağdaş Amerikan edebiyatıdır, daha önce defalarca çevrilmiş şairlerden yapılmış birkaç çeviriyle desteklenir. Sonra, eğer şiirden başka bir içerik basılıyorsa, bu genellikle kısa öyküdür. Üçüncü olarak, eğer tartışma ve iddia içeren bir nesir yayımlanıyorsa, içerik ezici şekilde olumludur. Bir söyleşi varsa, söyleşi utanmaz bir şekilde yazara yaltaklanan bir tınıdadır. Bu dergiler için eleştirel nesir yeni kitaplara dair tarafsız bir bakış sunmak için değil, onları tanıtmak için vardır. Pek sık şekilde, eleştirmenler ve değerlendirmek için seçtikleri yazarlar arasında kişisel bir ilişki vardır. Nadiren olumsuz bir değerlendirme yayımlandıysa, kesinlikle hizipçidir, derginin dahil olduğu akımın reddettiği bir estetik anlayışı eleştiriyordur. Editörlüğün gizli kuralı, görünüşe göre, “okurlarını asla şaşırtma ve rahatsız etme, zira onlar, her şeyden önce, zaten ekseriyetle bizim dostlarımız ve meslektaşlarımızdan ibaret.”
Değerlendirme yapmanın yorucu mesaisini terk edince, şiir alt-kültürü kendi sanatını küçültüyor. Her yıl sıradan bir okurun değerlendirebileceğinden çok daha fazla sayıda yeni şiir kitabı çıktığı için, okur en iyi kitapları öneren eleştirmenlerin tarafsızlık ve sevgisine güvenmek zorunda. Fakat ana akım medya bu görevi çoktan bıraktı, bu alanda özelleşmiş medya ise şiiri korumakla o kadar meşgul ki acımasız yorumlar yapmakta isteksiz. American Poetry: Wildness and Domesticity kitabında, Robert Bly bu yüreklendirici eleştiri anlayışının aşındırıcı etkisini isabetli bir şekilde tarif ediyor:
Tuhaf bir haldeyiz: Şu sıralar bütün Amerikan tarihinde görülenden çok daha fazla kötü şiir yayımlanıyor ancak eleştirilerin çoğu olumlu. Münekkitler “Kötü olana saldırmam, her şey hak ettiğini bulacaktır” diyorlar, ancak ülke vasat şiirin övüldüğü, ya da asla eleştirilmediğini gören ve kafası karışan genç şairler ve okurlarla dolu; bunlar da nihayetinde kendi eleştirel anlayışlarından şüphe etmeye başlıyorlar.
Bir özel sosyal çevre hissi çağdaş şiir antolojilerinin çoğunda karşımıza çıkıyor. Bu derlemeler kendilerini en iyi şiire ulaşmak için güvenilir rehberler olarak sunsalar da, akademi dışındaki okurlara yönelik hazırlanmıyorlar. Bir antoloji çıkarmanın en iyi yolunun, ders veren şairlerin şiirlerini koymak olduğunun farkına varan editör sayısı epey arttı. Ahbap-çavuş fırsatçılığı ruhuyla oluşturulan bu antolojilerin çoğu, edebi kalitenin editörün ya da okurun pek de aldırış etmemesi gereken bir mefhum olduğu izlenimi veriyor.
1985’te yayımlanan Morrow Anthology of Younger American Poets, mesela, özel seçilmiş edebi bir derleme olmaktan çok, yaratıcı yazarlık hocalarının bir fihristi gibi (her şairin bir fotoğrafını bile paylaşıyor). Yaklaşık 800 sayfada, bu antoloji tam 104 önemli genç şairi ele alıyor ve ne hikmetse neredeyse hepsi yaratıcı yazarlık kursu veren insanlar. Antolojiyi yaratan ve seçkiye yön veren editöryal prensip, görünüşe göre, önemli bir meslektaşı seçki dışında bırakmış olma korkusuyla şekillenmiş. Kitapta birkaç güçlü ve orijinal şiir var, fakat o kadar kötü örneklerle birlikte sunulmuşlar ki, iyi şiirler bu çalışmaya yanlışlıkla, rastgele mi girdiler diye merak ediyorsun. Daha kötü bölümlerdeyse kitabın okunmak için değil, yalnızca ciltlenmek için çıkarıldığından şüphe ediyorsun.
Hakiki mesele tam olarak bu. Şiir alt-kültürü artık yayımlanan şiirlerin hepsinin okunacağını varsayarak hareket etmiyor. Diğer akademik bölümlerdeki meslektaşları gibi, şiir profesyonelleri iş güvenliği ve kariyer ilerlemeleri açısından yayın çıkarmak zorundalar. Yayın çıkarmazlarsa, ya da çok uzun süre beklerlerse, ekonomik vaziyetleri ciddi bir riskle karşı karşıya kalır.
Sanat alanında, tabii ki, herkes niteliğin nicelikten daha önemli olduğu hususunda hemfikir. Bazı şairler yalnızca tek, unutulmaz bir şiir sayesinde hatırlanmaya devam ediyorlar; Edmund Waller’in “Go, Lovely Rose” şiiri, ya da Edwin Markham’ın “The Man with the Hoe” şiiri, örneğin, yüzlerce gazetede tekrar tekrar basılarak şöhret kazandılar, bu bugünlerde hayal dahi edemeyeceğimiz bir olay. Bürokrasi, doğası gereği, edebi kalite gibi soyut bir şeyi ölçmekte zorlanıyor. Kurumlar yaratıcı sanatçılarını işe almak ya da terfi ettirmek için değerlendirirken, objektif görünen bir yöntem bulmaya mecburlar. Eleştirmen Bruce Bawer’in dediği gibi:
Bir şiir her şeyden evvel, kırılgandır, özgün değeri ya da değersizliği korkutucu derecede sübjektif bir değerlendirmeye tabidir; fakat burslar, dereceler, atamalar ve yayınlar objektif verilerdir. Bunlar ölçülebilir, dolayısıyla CV’de yer alabilir.
Bu kurumlarda kariyer yapmayı ciddi ciddi düşünen şairler, başarı kriterlerinin ekseriyetle nicel olduğunun farkındalar. En kısa zamanda, olabilecek en fazla sayıda yayın çıkarmak zorundalar. Özgün yaratıcılığın yavaş olgunlaşma süreci, komite önünde tembellik gibi görünüyor. Wallace Stevens ilk kitabı çıktığında 43 yaşındaydı. Robert Frost 39’du. Bugün bu mıymıntı herifler işsiz kalırlardı.
Edebi dergilerin ve mecraların son otuz yılda hızla çoğalması, kamuoyunda şiire artan ilgiye bir cevap olarak değil, bir an evvel işe alınması gereken yazarlık hocalarına duyulan ihtiyaç nedeniyle ortaya çıktı. Hiç kimsenin istemediği yiyecekleri üreten teşvikli tarım gibi, tüketicinin değil, yapımcının çıkarlarına hizmet eden bir şiir endüstrisi yaratıldı. Bu süreçte de, tabii ki, sanatın bütünlüğüne ihanet edildi. Tabii ki hiçbir şair bunu kamuoyu önünde itiraf etmeye mezun değildir. Profesyonel şiir müesses nizamının kültürel kredi notu, kibar bir iki yüzlülük sayesinde muhafaza edilebiliyor. Zira mevzubahis olan kamu ve özel sektörden gelen milyonlarca dolarlık bir finansman. Şanslılar ki, alt-kültürün dışındaki kimse bu meselenin üzerine gidecek kadar konuyla ilgilenmiyor. Bir Woodward ya da Bernstein hiçbir zaman gelip Associated Writing Programs’ın bir örtbasını açığa çıkarmayacak.
Yeni şair, edebi eserler yayımlayarak değil, özel eğitim hizmetleri sayesinde geçiniyor. Ekseriyetle büyük bir kurum için çalışıyor ya da çalışmak istiyor – genellikle devlet tarafından işletilen bir kurumda, bir okulda, kolejde ya da üniversitede, (hatta son zamanlarda hastanede ya da hapishanede) – başkalarına nasıl şiir yazılacağını öğretiyor, daha üst seviyeye çıkınca da, nasıl şiir yazılacağını öğretmeyi öğretiyor.
Meseleye yalnızca ekonomik açıdan bakarsak, çağdaş şairlerin çoğu asıl kültürel işlevlerine yabancılaştırılmış durumda. Marx’ın ifade ettiği ve birkaç ekonomistin tartıştığı gibi, bir sınıfın ekonomik işlevinin değişmesi, değerleri ve davranışlarını da dönüştürüyor. Şiir bahsinde, sosyoekonomik değişimler bölünmüş bir edebi kültür yarattı: Küçük bir sınıf içinde şiirin aşırı bolluğu ve bu sınıf dışında kalanlar için kesin bir yoksunluk. Demek mümkün ki sınıf odasının dışında -cemiyetin iki grubun etkileşime girmesini beklediği yerde- şairler ve sıradan okur selamı sabahı kesmiş durumdalar.
Şiirin eğitimli okurdan uzaklaşmasının bir başka, daha habis sonucu daha oldu. Bu kadar vasat şiirin yayımlanmakla kalmayıp övüldüğünü gören, bunca renksiz antoloji ve küçük derginin sayfaları arasında vakit öldüren okurların çoğu – hatta Joseph Epstein gibi kültürü olanlar bile- artık dişe dokunur hiçbir şiir yazılmadığını varsayıyorlar. Bu umumi şüphecilik, şiirin bir sanat biçimi olarak modern toplumdan tecrit edilmesinin nihai neticesini temsil ediyor.
Burada kaderin cilvesi, bu şüpheciliğin hakiki başarıların olduğu bir döneme tesadüf etmesi. Kötü paranın iyi parayı kovacağını söyleyen Gresham Kanunu, mevcut şiirde yalnızca yarım olarak işliyor. Vasatlığın korkunç cüssesi okurların çoğunu korkutup kaçırmış olabilir, fakat henüz yetenekli şairleri sahadan süremedi. Çağdaş şiirin karmaşasını ayıklayacak kadar sabırlı bir okur için hala etkileyici ve çeşitli yeni şiir örnekleri var. Adrienne Rich, mesela, girdiği küstah ve buyurgan polemiklere rağmen, her ölçüye göre büyük bir şair. Daha yaşlı nesilden birkaç örnek vermek gerekirse Donald Justice, Anthony Hecht, Donald Hall, James Merrill, Louis Simpson, William Stafford ve Richard Wilbur’un en iyi şiirleri, ulusal edebiyatın öne çıkan diğer eserleriyle karşılaştırıldığında ağırlıklarını korurlar. Aynı nesilde olup erken ölen Sylvia Plath ve James Wright’ı da bu listeye ekleyebiliriz. Amerika aynı zamanda göçmen şiiri açısından da zengin bir ülke, önde gelen şairler Czeslaw Milosz, Nina Cassian, Derek Walcott, Joseph Brodsky ve Thom Gunn’un ispatladığı gibi.
Lakin daha geniş bir kültürel rol üstelenmedikleri sürece, yetenekli şairler kamuya hitap edebilecek özgüveni kendilerinde bulamıyorlar. Arada bir, şair kendisini sosyal ya da politik bir akıma eklemleyerek fayda sağlıyor. Rich, mesela, eserlerinin vizyonunu genişletmek için feminizmi kullandı. Robert Bly en iyi şiirlerini Vietnam Savaşı’nı eleştirmek için yazdı. Daha geniş ve daha çeşitli bir kitleye hitap etme hissi, daha önceleri zayıf olan nazmına mizah, genişlik ve insanlık kattı. Fakat ilham perisini politikayla evlendirmek epey zorlu bir iş. Bunun neticesinde, çağdaş şairlerin çoğu, geniş kültürel planda büyük oranda görünmez olduklarının bilincinde olarak lirik ve tefekkür dolu şiirlerin daha mahrem formlarına odaklanıyorlar. (Tekil kalan birkaçı, X. J. Kennedy ve John Updike gibi, dehalarını kelime oyunları ve çocuk şiirinin şüpheyle ve aşağılamayla karşılanan gettosunda kullanıyorlar.) Bu yüzden, Amerikan şiiri politik ve hiciv şiirinde mükemmelleşmiş sayılmasa da, görülmemiş derecede güzel ve güçlü örnekler yaratmayı başarabildi. Kendisini gösteren mükemmelliğine rağmen, bu yeni eserler kendilerine şiir alt-kültürü dışında bir yer bulamadılar, zira geleneksel iletim mekanizması - yani güvenilir değerlendirme, dürüst eleştiri ve özenli seçkiler- ortadan kalkmış durumda. Vaktiyle Frost’u Eliot’u, Cummings ve Millay’i kültürel vizyonunun bir parçası yapan kitle, artık erişilemez durumda. Bugün Walt Whitman’ın “Muazzam şairler yaratmak için, muazzam bir okur kitlesi gerekir” sözü, bir ithama dönüşmüş durumda.
Çeviren: M. Bahadırhan Dinçaslan
Yazının ilk bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu I: Şiir Nasıl Gözden Düştü?
Yazının üçüncü bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu III: Bohemya’dan Bürokrasiye
Yazının dördüncü bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu IV: Şiir İnsanların Umrundayken
Yazının beşinci bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu V: Şiir İhtiyacı